Türkçülük çaresizliktir, varlığını İslamcılık ve Osmanlıcılığın çöküşüne borçludur.  “İslam eşittir şeriat” olunca Türkçülük imkansızdır haliyle.

Türk-Sultan-İslam Sentezi

Milliyetçi bir partimizin, adı lazım değil, İstanbul Büyükşehir adayı seçim çalışmalarına başladı. Hayır, çarşı-pazar dolaşmadı, miting de yapmadı. Fatih Camii’nde sabah namazı kılmak, sonra camiye adını veren padişahın türbesine yüz sürmek seçim çalışması sayılıyor artık. Bu şaşkın milliyetçilerimize laikliği hatırlatacak değiliz. “Şeriat islamdır, cahiller bilmez” dedi reisi de birkaç gün önce, malum. Türkçülük, Osmanlıcılık, İslamcılık hepsi birbirine karıştı. Haliyle namazsız, duasız, türbesiz adım atamıyorlar artık. Bir tür tuhaf “Türk-Sultan-İslam Sentezi” ile karşı karşıyayız. 

Oysa millet ümmetin antitezi olarak ortaya çıktı. Milletin asla uyuşmayacağı bir başka şey ise bir kralın-sultanın-çarın tebaası olmak. Ümmet varsa millet olmaz, tebaa isen tabiyetinin bir anlamı yoktur, bu kadar basit. 

Hatırlayacaksınız, mevcut Şehremini Ekrem İmamoğlu da böyle başlamıştı çalışmalarına. Cami cami, türbe türbe dolaşıp, “tilavet” ile miting açmıştı. Makamına da imam onayı ile oturmuştu ki, eylemlerinin tamamı, kendisi gitmiş testisi yadigâr kalmış laikliğe aykırıdır. Hal böyleyken, ümmetçi iktidar çevrelerine göre her ikisi de dinsizdir. Bunu ümmet sayılmak için yeterince “dinli” olmadıkları şeklinde anlayabiliriz. Demek ki milliyetçilikleri ve dincilikleri yok hükmündedir. Dinciler dinsiz ve milliyetçiler milliyetsizdir. Sağcılık artık bir boş kümeden ibarettir.

***

Milliyetçiliğin gemi azıya aldığı o tanıdık dönemlerden birinden geçiyoruz madem, tarihini hatırlatalım. Avrupa uluslarının keşfedilmesinin şunun şurasında iki yüz yıllık bir tarihi var. Bizdeki “Türkçülüğün” ömrü daha kısa, 150 yıl önce keşfedildi o da. Daha önce “Türk” Osmanlı resmi tarihinde hakaret niyetine kullanılıyordu. Bakın Peçevi veya Neşri Tarihi’ne; Türkler, Kürtler ve Çingeneler ile birlikte, toplumun en aşağı tabakası olarak zikredilmektedir. Nevzuhur Osmanlıları kışkırtmak gibi olmasın ama Osmanlının Türklük gibi bir iddiası hiç olmamıştır. Niye olsun; mülkünde yaşayan cemaatlerden ibarettir tebaasının toplamı. 

19. yüzyılda doğan “modern tarih”, Avrupa milliyetçiliğinin bir enstrümanı olarak yaratıldı ve geliştirildi. Geliştirilirken yer yer ırkçılığa yöneldi. Her durumda milliyetçilik bir siyasi kurgudur ve elimizde, kurgunun dışında, “milliyetler ve onunla örtüşen siyasi sınırların var olduğuna” değgin herhangi bir veri yoktur. 

Peki, bugünkü halklara kültürünü ve dilini miras bırakmış eski “halklar” (Germenler, Gallo-Romenler, Keltler, Franklar…) ne olacak diye soruyorsanız “Uluslar Miti ve Avrupa Kimliği”ne atıfla cevaplayalım. Yazarı P.J. Geary’nin dediği şu: Eski “halklar” ile bugünküler arasında kurulan bağlar da birer 19. yüzyıl uydurmacasıdır. Avrupa birer halklar ve diller mozaiğiydi. Örnek, 20. yüzyılın başında bile Fransa’da Fransızca konuşanların sayısı nüfusun yüzde 50’sinden fazla değildi. Bugünkü hali oluşturan şey, bütün Avrupa’yı hallaç pamuğu gibi atan I. Dünya Savaşıdır. Yani, etnik kökene dayalı milletler oluşmamış, tersine icat edilmişlerdir.

***

Bu millet imalatına “antik Yunan” da dâhildir. Martin Bernal’in tezi bu da. Konuyu tartıştığı Kara Atena adlı kitabı “Eski Yunan Uydurmacası Nasıl İmal Edildi?” alt başlığını taşıyor. Bernal, Kara Atena’da bugün kavradığımız biçimiyle Antik Yunan’ın 19. yüzyılda kurgulandığını ileri sürüyor. Avrupa milliyetçiliğinin mucitlerinin millet inşası için, romantik yerel tarih tezlerinin yanı sıra daha büyük ve “beyaz” bir kurucu efsaneye ihtiyaçları vardı. Kiliseye karşı tutumu nedeniyle Aydınlanmadan ve Fransız Devrimindeki rolleri nedeniyle Masonluktan hoşlanmıyorlardı.

Aydınlanmacıların ve Masonların referansları eski Mısır kültürüneydi. “Milli bir tarih” oluşturmak üzere Mısır’ı tarihten sildiler, doğan boşluğu eski Yunan mitleri ile doldurdular. Böylece Aydınlanmacılardan ve Masonlardan da kurtulmuş olmayı umuyorlardı. Özeti budur.

Hepsinin kökeninde, gelişen kapitalizm ve bu canavarı beslemek üzere çıkılan kıtalar arası sömürge seferlerinin payı var. Pazar gelişmişti ve onu korumak üzere “milli sınırlar”a ihtiyaç vardı. Ama öte yandan uydurduklarına inanmakta ve inandırmakta güçlük çekiyorlardı. Öyle ki Fransa ihtilalinin, Gallo-Romenlerin fetihçi Franklara karşı giriştikleri bir intikam hareketi olduğuna inanlar çoğunluktaydı. 

Batılı dünyaya yayılıp daha fazla bölgeyi kontrol altına aldıkça yeni kurgunun inandırıcılığı da arttı. İnsanların ırklara bölündüğü tartışmasızdı. Joseph-Arthur Gobineau, uygarlıkların yazgısını ırksal bileşimlerin belirlediğini işte böyle bir iklimde ileri sürecekti. Şöyle diyordu: “Tarih, yalnızca beyaz ırkların ilişkisinden doğar.” Gobineau, topluluğu kolektif bir bütün olarak tanımlıyor ve yaratıcılığı da bu bütünün marifeti sayıyordu. Birey ancak bir ırkın parçası olarak var olabilecek bir şeydi. Nietzsche’den Hitler’e uzanan ve bütün Avrupa’yı içine alan bir kıta ırkçılığının ilk ve kaba formülasyonuydu bu. Ulus-devlet, ırkçı-milliyetçiliğin omuzları üstünde gelişiyordu.

Oysa Marx ve Engels’in dediği gibi bu kavga ne etnik ne de dinseldi; tam tersine derinlemesine sınıfsaldı.

***

“Türkçülüğün” de, 19. yüzyılın sonunda keşfedildiğini biliyoruz. Sancılı ve kuşkulu bir doğumdu bu. Kozmopolit bir imparatorlukta, yeni bir millet yaratmanın bütün yıkıcılığı ile ilerleyecek, yol açtığı yıkımlar, bu yüzden, daha bir kanlı ve daha bir acılı geçecekti.

19. yüzyılın ortalarına kadar “Türkiye” Batılılarca kullanılan bir deyimdi. “Türk olduğumuzu” Fransız Leon Cahun ve Macar Arman Vambery keşfetmişti. Göçebeydik, mutluyduk ve İslam’la tanışınca yozlaşmıştık; Cahun böyle yazıyordu. Vambery de Türklerin köklerine merak salmış, Orta Asya’ya gidip gelmiş, orada köklerimizi bulmuştu. Türklerin Türklüğünü öğrenmesi Yahudilere yönelik “pogromları” durdurmanın tek çaresi olarak görülüyordu. Türkler, Rusya’nın arka bahçesinde, âtıl bir güç olarak öylece duruyordu. Birleşseler Rusların ilgisini içeriden dışarıya yönlendireceklerdi. Başlangıçta hiç önemsenmemiştir. Irka dayanan siyasi bir Türk milleti teşkili “devleti kurtarma çaresi” arayan aydınlar arasında bir fikir jimnastiği tonundaydı. Bu ırki Türkçülüğün kaderini belirleyecek olan şeyin kendi olgunlaşması olmadığı daha o zamandan belliydi. Arkasında kuvvet yoktu, bir siyasal hareket değildi. İstanbul’da “Türk milliyeti arzu eden, siyasi olmaktan ziyade ilmi bir mahvel” oluşmuştu, hepsi bundan ibaretti. “Türkler” henüz “Türk olduklarını” bilmemekteydi ve üç-beş kişiden oluşan Türkçüler, Türklere Türk olduklarını öğretmek zorundaydı. Türkçülük çaresizlikti. Yol alabilmesi için İslamcılık ve Osmanlıcılığın siyaseten çökmesi gerekiyordu.

***

Türbeye gelince; Fatih, en büyük işlerine giriştiğinde daha çocuk yaşındaydı. Annesi Hristiyan’dı, dini bir taassubu yoktu. Efendisi olduğunu düşündüğü düzen onu Konstantinopolis’e doğru ittiriyordu. Ancak, tebaalarından bazıları Fatih’in fethinin yönüne karşıydı. Örneğin Çandarlı ailesi ikbalin doğuda aranmasından yanaydı. Fatih şehri bu ailenin ve temsilcisi Çandarlı Halil Paşa’nın sert muhalefetine rağmen fethetti. Büyük aydınımız Yalçın Küçük, bu muhalefetin tek kişinin işi olmadığını, Fatih’in karşısındaki gücün “Çandarlı Halil Partisi-ÇHP” olduğunu yazdı. Nitekim Fatih’in fetihten sonraki ilk işi Çandarlı Halil Paşa’yı idam ettirmek ve ailenin mallarına el koymak oldu. Ama aile çok güçlüydü, Fatih geri çekildi, ailenin el konulan malları iade edildi. Türbedeki işlerin esası da sınıf savaşıdır. 

İslamcılık da İslamcılarımızın hayal ettiği gibi değildir. Peygamber zehirlendi; kayıtlara göre ölüsü günlerce ortalıkta kaldı. Peygamberin ardından gelen bütün halifeler birer cinayetle, vakitsiz, hakkın rahmetine kavuştu. Yani İslam da sert bir iktidar mücadelesinin içinde doğdu. İçinde partiler vardı, fiili bir cumhuriyet yürürlükteydi. Öldürerek veya oylayarak, mutlaka bir seçim yapılıyordu ve seçilenler sadece dinin değil oluşmakta olan devletin başı sayılıyordu. Kavgaları budur. Kabilelerin ve ailelerin pozisyonu din mücadelesinde üstlendikleri role göre yeniden belirleniyordu haliyle. Yeni dine direnenlerin kaybetmesi, destekleyenlerin kazanması sürecin mantığına uygundu. Ama çok kısa zamanda tam tersine işaret eden gelişmeler oldu. Yeni inanca sonuna kadar direnen Emevi kabilesi, kaybedeceğini anlayınca pozisyon aldı, devlette yer tutmaya başladı. İlk Müslümanlar kısa süre öncesinin düşmanlarının şimdi efendilerine dönüşmekte olduğunu çaresiz gözlerle izlemekteydi. Kabileden devlete geçmenin sancılarıydı bunlar.

İslam, devlet olmak isteyen bir din olarak yola çıktı, bir devlet dinine dönüşerek yolculuğunu tamamladı. Din, devlet dini olunca seçime de ihtiyaç kalmadı, cumhuriyet yıkıldı. Cumhuriyeti ve halifeliği gömen Muaviye’dir.

***

Türkçülük çaresizliktir, varlığını İslamcılık ve Osmanlıcılığın çöküşüne borçludur. “İslam eşittir şeriat” olunca Türkçülük imkansızdır haliyle. O imkansızlıkta tartışıyoruz modern zamanların inançlarını. “Türk-Sultan-İslam Sentezi”nin dediği budur; İslamcılarımız dinsiz ve milliyetçilerimiz artık milletsizdir. Haliyle bunları derleyip toparlayacak bir nevzuhur sultana ihtiyaçları var. 

Tarih işini görüyor fakat, temizleniyoruz, kirlerden arınıyoruz. Arındıkça halka-sınıfa yaslanmaya mecbur olduğumuzu daha iyi anlıyoruz. Ne türbe ne tapınak; ne tebaa ne ümmet. Tek çıkar yol var önümüzde, laik eşitlikçi bir cumhuriyet.