Merkez bankaları sermayenin tapınaklarıdır. Tapınakta ise isimler geçici, düzen ve düzenek kalıcıdır. 

Merkez Bankası–Sermayenin tapınağı

Merkez Bankası (bundan sonra MB) başkanı Hafize Gaye Erkan istifa etti. En azından kendi açıklaması ve onun açıklamasının ardından gelen Mehmet Şimşek’in ve Cevdet Yılmaz’ın açıklamaları Erkan’ın şahsi nedenlerle istifa ettiğine işaret etmekteydi; ancak tam da bu açıklamaların ardından onun yerine Fatih Karahan’ın MB başkanlığına atandığını ilan eden Cumhurbaşkanlığı Kararname’sine göre “görevden alınmıştı”. Kendi inisiyatifiyle mi istifa etti, yoksa görevden mi alındı, konumuz açısından bu sorunun cevabının zerre kadar önemi yoktur. Önemli olan Erkan’ın istifasıyla kopan velvelenin mahiyetidir. Bu istifanın/görevden almanın borsa ve faiz üzerindeki olası etkilerine ve zaten yenilerde uygulanmaya başlayan “rasyonel” iktisat politikasının geleceğine dair bir dolu boş velvele birden ortalığı kapladı. Bu velvelenin kendisidir ki kapitalist bir ekonomide merkez bankasının ne işe yaradığını ve neye hizmet ettiğini bir kere daha sorgulamamıza yol açtı. Önemli olan budur, gerisi teferruattır. 

Ancak önce şunu bir vurgulayalım. 12 Eylül Faşizmiyle 24 Ocak Kararlarının yarattığı bileşik karşı devrim sürecinde MB kritik bir pozisyona getirildi. Daha doğrusu tarihsel olarak hangi amaç ile kuruduysa o amaca sahip olacak şekilde yeniden yapılandırıldı. Bu karşı devrim, defalarca vurgulandığı gibi, sermayenin karşı devrimiydi. Bu karşı devrimin temel amacı tüm toplumu ve yönetim aygıtını, toplumsal muhalefeti ezerek sermaye birikiminin gerekliliklerine göre yeniden yapılandırmak ve ulusal sermaye birikimini küresel sermaye birikimine tam olarak eklemlemekti. Bu şiara uygun bir şekilde devletin yönetsel aygıtı ve kurumları yeniden yapılandırıldı. TCMB de bu sürece uydu. Özal iktidarları öncesinde başkanları genellikle banka bürokrasisinden gelen TCMB’de gelenek değişti. Özal sermaye yanlısı programları uygulamak için ekonomi bürokrasisinin tepesine piyasa ekonomisine iman etmiş ABD doktoralı veya eğitimli genç iktisatçıları getirdi; onlara “Özal’ın prensleri” deniliyordu. TCMB de bu prenslerin avdetinden nasibini aldı, Rüştü Saraçoğlu ve Bülent Gültekin ABD’de iktisat tedrisatından geçen ve piyasa ekonomisine pek güvenen isimler olarak TCMB başkanlığı yaptılar. Onların döneminde TCMB tutucu ve sermaye yanlısı para politikalarını ısrarcı bir şekilde uyguladı. Sonra bir dönem daha bankanın kendi içinden gelen bürokratlar MB başkanlığı yatılar. Ancak prens ya da değil tüm bu başkanların ortak yönü iktisatçı olmalarıydı. AKPli yılların ilk dönemlerinde de yine banka bürokrasisi içinde başkan atanması geleneği devam etti. Ancak özellikle 2016 yılından sonra bu gelenek tamamen terk edildi ve AKP çizgisine sadık, hatta iktisatçı olmayan ve başkanlık süresi beş yılı bile bulmayan başkanlar göreve geldiler. Özellikle bu AKPli başkanlar döneminde Erdoğan’ın ne olduğuna henüz tam olarak karar verilemeyen garip iktisat programı uygulanmaya çalışıldı. Ancak Türkiye ekonomisinin yapısal kriz dinamikleri giderek kendini hissettirdi ve 2016 sorasında Hafize Gaye Erkan’a kadarki başkanlar krizin dinamikleri ile Erdoğan’ın düsturları arasında sıkışarak kısa sürede görevlerinden alındılar. 14 -25 Mayıs seçimlerinden sonra ise geleneksel sermaye programına dönüş kararıyla birlikte küresel sermaye çevreleriyle hasbıhalinin iyi olduğu varsayılan Mehmet Şimşek göreve gelince TCMB başkanının da küresel kredisi yüksek biri olmasına karar verildi. Böylece göreve Gaye Erkan getirildi. Gaye Erkan durgunluk yaratacak istikrar programının ruhuna uygun gibi görünüyordu. 

Boğaziçi’ni dereceyle bitirmiş, 9 ayrı üniversiteden burs teklifi almış ama Princeton’ı tercih etmiş, rivayete göre doktorayı bir yılda bitirmiş (doğrusu bu son başarı biraz abartılı gibi, bunca yıllık akademisyenlik hayatımda bir yılda bitirilen bir doktora programı duymadım) ve küresel sermayenin en anlı şanlı şirketlerinden Goldman Sachs’ta göreve başlamış. Kısacası kariyer basamaklarına küresel finans devlerinden birinin kanatları altında tırmanmaya başlamış. Sonrasında ise 1985 yılında kurulan başka bir önemli kredi bankası olan First Republic Bank’da önce üst düzey yönetici olmuş sonrasında ise CEO’luğa terfi etmiş. Ancak bir süre sonra istifa etmiş ve First Republic Bank da Mart 2023 yılında iflas etmiş (anlaşılan geleceği önceden görmüş). Kısacası Gaye Erkan küresel finansın tepelerinde dolaşmış ve yüksek finans için rüştünü ispat etmiş. Eğitim ve iş kariyerindeki bu parlaklık herhalde döviz kuru ve ödemeler dengesi sıkıntıları yaşayan ülkenin sorunları aşılsın diye yeniden bakan yapılan Mehmet Şimşek için onu en uygun aday yapmış. 

Mehmet Şimşek’in kendisi de küresel finans ile ilişkileri sıcak olan biri. O da Merill Lynch’te çalıştı ve küresel finansın tüm numaralarını öğrendi. Küresel sermaye ile sıcak ilişkileri daha da sıcak kılacak en uygun aday idi, iki kere bakan yapıldı. Son genel seçimlerden sonra ülkeye yabancı sermaye gelsin diye o ve Gaye Erkan dünyanın dört bir yanını fellik fellik gezdiler, bütün büyük finans merkezlerine gittiler, ama nafile. Anlaşılan küresel sermaye açısından Türkiye kapitalizmi çok da değerli değildi artık. Gaye Erkan’ın yerine atanan Fatih Karahan da yine küresel sermaye deneyimi olan biri. Amazon’da CEO olarak çalışmış. Onun da küresel sermaye ile iyi ilişkiler kuracağı muhakkak. Ne mutlu bize.

1980’den bu yana TCMB tutucu, sermaye yanlısı bir para programı izlemektedir. Birbirini takip eden başkanlar bu politikadan taviz vermeden başkanlık yaptılar. Bu süreçte tek istisna Erdoğan’ın “faiz nedendir, enflasyon sonuç” mottosuyla dayattığı garip, gözlerindeki ışıltıyı özlediğimiz Nebati bakanın yanlış isimlendirmesiyle heterodoks programdı. Bu süreçte sanki geleneksel tutucu para politikasından vaz geçilmiş izlenimi verildi. Aslında tam da öyle değildi, uygulanan aşırı borçlanmış ve ödeme sıkıntısı yaşamaya namzet sermaye birikiminin yolunu açma programıydı; kısacası sermaye programının kısa dönemli gereklerine uygun bir uygulamaydı (rotadan bu sapışı yanlışlıkla Türkiye’de yeni liberalizm bitti diye algılayan pek çok kişi oldu ne yazık ki). Ancak Türkiye kapitalizminde her kısa vadeli çözüm yapısal sorunları ağırlaştırmaktan başka bir işe yaramadığı için Nebati’nin heterodoks programı da özel sektörün ödeme sorununu çözerken (pek tabi TCMB rezervlerinin özel sektörün emrine amade kılınmasının da payı vardı) yapısal diğer sorunları ağırlaştırdı, Türkiye kapitalizminin çürüme dinamiklerini üst perdeye çekti. Böylece Mehmet Şimşek’in kutlu ikinci gelişiyle birlikte MB asli işlevine geri döndü, yani parasal ve finansal istikrarın sağlanmasına. 

Fiyat istikrarı TCMB’nin, tıpkı diğer ülkelerin MBlerinin olduğu gibi, temel amacıdır. Ancak fiyat istikrarının temel amaç olarak kabul edilmesinin tarihi çok da eski değildir. 1970 yılında çıkarılan 1211 sayılı TCMB kanununda bakın bankasının temel görevleri nasıl tanımlanmış: “Para ve kredi politikasını, Kalkınma planları ve yıllık programlara uygun bir tarzda yürütmek”, “Hükümetle müştereken millî paranın iç ve dış değerini korumak amaçlarıyla gerekli tedbirleri almak”, “Millî paranın hacim ve tedavülünü, bu kanun gereğince düzenlemek”. Bu temel görevler pek tabi ki planlı sanayileşme dönemine uygun görevlerdi. O dönemlerde TCMB planlı kalkınmanın gereklerine göre para politikası uygulardı. Sermayenin karşı devrimiyle birlikte bankanın görev öncelikleri tamamen değişti. Nihayetinde 2001 yılında fiyat istikrarını sağlamak bankanın temel görevi olarak belirlendi; kuşkusuz bu adım sermayenin para politikası üzerindeki gerçek egemenliğinin tesciliydi. 

Fiyat istikrarı sermaye düzeni açısından neden önemlidir? Öncelikle bu minvalde yürütülen para politikası, daha önce de belirtildiği gibi, emek gücü üzerinde, daha doğrusu onun fiyatı üzerinde sermayenin dolaylı kontrolünü sağlamaktadır. Bu program uygulanalıberi tüm TCMB başkanlarının asgari ücret ya da maaş artışlarıyla ilgili aşırıya kaçılmaması gerektiğine, eğer aşırıya kaçılırsa bunun istikrarı bozacağına dair uyarıları tam da bu dolaylı baskıdan kaynaklanmaktadır. Fiyat istikrarı işçilere ve emekçilere ücret artışı istemeyin demenin bir yoludur. İkincisi ise fiyat istikrarı finansal sermayenin ve rantiyelerin getirilerinin reel değerini koruma işlevine sahiptir. Kısacası toplumun sırtındaki asalak, çalışmadan semiren sınıfların çıkarının gözetilmesi anlamında da gelmektedir. Üçüncüsü de fiyat istikrarı olası bir ücret-fiyat spiralinin ortaya çıkmasını engelleyecek yol gibi görünmektedir. Ücret-fiyat spirali ise şu anlama gelmektedir; eğer işçiler fiyat artışı beklentilerini yükseltecek fiyat artışlarıyla karşılaşırlarsa yüksek bir ücret artışı isteyecektirler. Bu da kuşkusuz daha yüksek fiyat artışlarını getirecektir, bu nihai yüksek fiyat artışı da daha yüksek ücret artışı talebini…Bu böyle sürüp gidecektir ki bu durumda eğer işçi sınıfı örgütlü ve güçlü se sonuç sermaye açısından en kötü kabuslarında görmeyeceği kadar kötü olacaktır. Oysa günümüzde, işçi sınıfının direngenliğinin en alt düzeye düştüğü gerçek dünyada bu mümkün değildir. Kısacası laf salatasıdır, esas dert işçilerin ücret artışı taleplerinin önüne geçilmesidir. İşte bu nedenle para politikası günümüzde dolaylı bir emek kontrol rejimidir. 

Gelelim bu mevzuyla ilgili başka bir konuya, yani merkez bankası bağımsızlığı mitine. Bağımsızlık kavaramı kendi başına şirin bir kavramdır. Ancak bağımsızlık kavramı aynı zamanda bir referans noktasını ima eder; “kime karşı bağımsızlık?” sorusu kaçınılmaz bir şekilde sorulur bağımsızlık lafzı ortaya her atıldığında. Modern merkez bankalarının kendisine karşı bağımsızlıklarını ilan ettikleri unsur halk sınıflarıdır, emekçilerdir. Zinhar sermayeye karşı bir bağımsızlık değildir. Bu da öğrenilmiş bir dersten kaynaklanan bir reflekstir. Gelişmiş kapitalist ülkelerde Keynesyen refah döneminde, bizimki gibi ülkelerde ise planlı sanayileşme dönemlerinde merkez bankaları para politikasını refah ve kalınma programlarına göre ayarlamak zorunda kaldılar. Kuşkusuz bu sermayenin gönülsüz bir şekilde verdiği bir ödündü. Sermayenin karşı devrimiyle birlikte merkez bankalarının seçimle gelen ve giden hükümetlere ve yürütme gücüne karşı bağımsız olmalarını sağlayacak yasal adımlar atıldı, böylece geçmişin acı deneyimlerinin (yani sermaye açısından acı deneyimlerin) bir daha tekrarlanmasını engellemeye çalıştılar. Öyle ya, Allah göstermesin, Halkçı ya da Sosyalist bir programı takip edecek birileri iktidara gelirse ve para politikasını yoksullar ve emekçiler lehine işletmeye karar verirse ne olacak? Dolayısıyla merkez bankalarının bağımsızlığı sermaye lehine para politikasına, iktidara gelen kim olursa olsun, zeval gelmemesinin garantisidir. 

Para halinde sermaye sermeyenin en mistifiye formudur. Sermayenin varoluşunun en yabancılaşmış ancak tek olanaklı halidir. Dolaysıyla para politikası sermayenin varoluşuna yönelik tehditlerin ilk elden savuşturulacağı ilk mevzidir. Sermayenin varoluşunun en mistifiye, en yabancılaşmış hali olan para aynı zamanda sermaye düzeni açısından bir kutsiyete sahiptir. Bu anlamda merkez bankaları sermayenin tapınaklarıdır. Tapınakta ise isimler geçici, düzen ve düzenek kalıcıdır.