Bu örgütsüzleştirme süreci Japonya’da neden sınıfın aklında bir toparlanma yaşanmadığını büyük ölçüde açıklıyor.

Halkın her önüne konanı yemesinin tarihi: Japonya örneği

Türkiye’de emekçi halkın her önüne konanı yeme eğilimi var mı? Evet, var. Uzağa gitmeyelim, Özal’ı, Demirel’i, AKP dönemini ve şimdi altılı masayı…

Bu eğilim karmaşık bir örüntüdür; iktisadi, sınıfsal, siyasi, ideolojik, kültürel yönleri bulunur. Anlamak için tarihe bakmak gerekiyor.

Geçen haftaki yazıda Japonya’da çocuk intiharları, sosyal çekilme ve yalnızlıkla giden toplumsal bunalımdan bahsetmiştik. Neden bir halk ve onun esasını oluşturan işçi sınıfı Japonya’yı tekrar bir emperyalist paylaşım savaşına atacak bir politikaya mahkûm olur? Neden direnmek yerine düzene olan eleştirisini, öfkesini pasif şekilde dışa vurur?

Japonya tarihini bu kadar kısa bir yazıda ele almak kolay değil. Ancak Japonya 1950’lerden beri Türkiyeli aydının ilgi konusu olmuş, önce Niyazi Berkes’in Asya Mektupları’nda kendini gösteriyor, sonra Doğan Avcıoğlu Türkiye’nin Düzeni’nde Japonya kalkınmasını eleştirel biçimde ele alıyor. 

Ama biz bu yazıda “Nasıl kalkındı?” sorusu ile değil, “Emekçi sınıflar bu süreçte neden kendi renklerini sürece siyasi olarak vuramadılar?” sorusu ile ilgileneceğiz. Çünkü bir toplumun önüne konanı yemeyecek bir akla ve iradeye sahip olması ancak emekçi sınıfların örgütlülüğü ile ilgilidir.

Japonya 19. yüzyıla girdiğinde siyasi sorumluluğu olmayan bir İmparator ve yerel güçlü feodallerce yönetilen bir ülkeydi.

1800’lerin sonunda burjuva devrimi demeye insanın dili varmayan Meiji Dönemi olarak adlandırılan bir reform dönemine girer. Bu feodal sınıfın Batı emperyalizmine karşı koyabilmek için giriştiği bir reform çabası mıdır, yoksa giderek büyüyen kentlerdeki ticari burjuvazi ile bağlantılı mıdır, tam olarak bilemiyoruz. Ancak tamamen tepeden yönetilir.

Sonuçta, İmparator’un altında ulusal siyasi birlik kurulur, 1889’da Anayasa ilan edilir, bir düzeyin üzerinde geliri olan çok sınırlı erkek nüfusa meclisi seçme hakkı tanınır. 

Bu dönem sermaye birikimi esas olarak Japon köylüsünün ağır vergiler altında sömürülmesiyle sağlanır. Sanayi alanındaki devlet yatırımları büyük bir hızla daha sonra Japon tekellerini oluşturacak tüccar ailelere devredilir. 

Bu yolla hızla kapitalistleşen Japonya’da çok ağır bir işçi sömürüsü izlenir. Yoksul köylü aileleri kızlarını sözleşmeli köle olarak patronlara kiralarlar. Çoğunlukla tekstil sektöründe on dokuz saate varan ağır çalışma koşullarında bu kızların çoğu veremden ölür. Aynı zamanda köylü kızları 19. yüzyılın başında genelevlerde çalıştırılır. Kadınların ise hiçbir siyasi hakkı bulunmamaktadır.

Mitsui ve Mitsubishi gibi tekeller Japon siyasetini kısa bir süre içinde bugün de olduğu gibi ele geçirirler. Rejim aynı zamanda işçi sınıfının sendikal ve siyasi örgütlenmesine karşı bir polis devleti olarak inşa edilir.

Öncesinde sosyalist gruplar vardır, bu ön birikimle 1922’de Japonya Komünist Partisi bir Komintern partisi olarak gizlice kurulur. Ancak çok hızlı bir şekilde yöneticileri tutuklanır. İşçi önderleri sürekli olarak cinayetlere varan ağır bir baskı altında yaşarlar.

1923’te Tokyo’yu vuran büyük bir deprem ve buna bağlı bir yangın felaketi yaşanır. Bu esnada bile devlet sosyalistleri ve işçi liderlerini tutuklayıp infaz etmekten çekinmemiştir.

Emperyalist dünyada pazar ilişkilerini takip eden Japon sermayesinin gereksinimleri ile gözünü Kore ve Çin gibi çevre ülkelere dikmesi Japon emperyalizmine ve faşizme yol açar. Bütün kültürel farklılıklara rağmen Almanya ve İtalya’da yaşananlar özünde birbirine benzemektedir. 

İkinci Dünya Savaşı’nın kaybedilmesi ile ABD başta olmak üzere müttefiklerin işgaline uğrayan Japonya’da savaş suçluları için Tokyo Mahkemeleri kurulur, çok sayıda yönetici yargılanıp idam edilir. Japonya’da kentleri yangın bombaları ile bombalayarak katliam yapan ve sonra sivil halkın üzerinde atom bombalarını deneyen ABD savaşı kazandığı için mahkemeye savcı ve hâkim rolünde katılır.

1945’ten 1952’ye kadar fiili olarak Japonya ABD tarafından yönetilir. Sanki bu dönemde eksik burjuva devrimi ABD tarafından tamamlanmak istenmektedir. Anayasa, medeni hukuk, laiklik… Oysa arzulanan şey Sovyetler Birliği’ne karşı güçlü bir kapitalist ülke inşasıdır, tıpkı Almanya gibi. Sanayinin kurulması için milyarlarca Dolar transfer edilir.

Kısa bir süre içinde örgütlenen işçi sınıfına ve Japonya Komünist Partisi’ne karşı “kızıl temizlik” hareketi başlayacaktır. 1950’lerde Kore Savaşı hem Japonya sermaye birikimi için fırsat olmuştur, hem ABD hegemonyasında Japonya anti-komünist bloğun parçası haline gelmiştir. Japonya solu ise doğal olarak ABD karşıtı bir siyasete yerleşir.

Komünistler ve sosyalistler çoğunluğu hiçbir zaman sağlamasalar da parlamentoda sandalye sahibi olurlar.

Ancak işçi sınıfını dağıtan ve doğrudan zora dayanmayan başka bir dalga ortaya çıkar. 

Japon sermayesi feodal kültürden de yararlanarak işçileri şirketlerle bütünleştirmenin yolunu keşfeder. Bunda kişi başına düşen ulusal gelirin 500 dolardan 30 bin dolara yaklaşmasının büyük rolü olur. Taşeronlaştırma, ölesiye çalıştırma, sendikasızlaştırma sendika liderlerinin düzene satın alınmasıyla gider.

Sovyetler Birliği’ndeki karşı devrim süreci de işçi sınıfı siyasetini olumsuz etkiler.

Bu örgütsüzleştirme süreci Japonya’da neden sınıfın aklında bir toparlanma yaşanmadığını büyük ölçüde açıklıyor.

Bu hikâye salt bir Japonya hikâyesi değil, dünyada tüm ülkelere ve emekçi sınıflarına ait.

Eğer bir ülkede emekçi sınıfların örgütlülüğü saldırı altında dağıldıysa aklı da gitmiş demektir.

Şimdi, TKP’nin bir oyu Erdoğan gitsin diye, bir oyu ise kendine istemesi haksız mı?

Çünkü bu oylar emekçi halkın örgütlülüğüne ve aklının inşasına gidecek.

Her önümüze konanı yemeyelim diye.