Korkunun güzeli, çirkini

Özgür Keşaplı Didrickson'ın “Korkunun güzeli, çirkini” başlıklı yazısı 12 Ocak 2013 Cumartesi tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

Ayılardan korkuyorum. En az 2 kişiysek korkum derinlerde geziyor. Ancak tek başıma daldıysam ormana, korkumun iliklerime kadar işlediğini, içimde dalgalanarak gezindiğini hissediyorum.

Ayıları şaşırtmamak, ani hareketlerden kaçınmak gerekiyor. Bazı günler kendimi gözden geçiriyorum ve tek başıma yürümeye uygun bulmuyorum. Kimi günler ise o korkuyu içime öyle güzel yerleştirebiliyorum ki, önceden tatmadığım ilginç bir duyguyla dalıyorum ormana. Bu duygu avlanma korkusuna benziyor belki de. İnsanın gözeneklerini açıyor, onu tetikte tutuyor.

2010’de yürek acısıyla gelmiştik buraya. Ülkemizde bilim alanında çalışmanın zorluğu yetmezmiş gibi, hiç umulmadık kişiler dahil pek çok yerden saldırıya uğramıştı emeklerimiz. Her an beklenmedik yeni yaralar alabileceği korkusu insanı zehirliyor.

Ayı korkusu panzehir gibi imdadıma yetişmişti. İçimi temizliyordu bu korku. Bir ayı ile karşılaşsam, onu ani bir hareketimle şaşırtsam ne olurdu? Pençesiyle yaralasa beni, öldürse? Canım feci yanar kuşkusuz ama bezdirinin, ardı kesilmeyen yalanların yarattığı psikolojik terörden daha masum bir saldırı sayılmaz mı bu? Ayıyı suçlayabilir miyiz?

Geçen haftaki deprem, ayı korkusunu anımsattı bana. Bir türlü çözülemeyen göçmen vize işleri nedeniyle yaşadıklarımız o zehirleyici tür korkuyu saldı içimize nicedir. Ozmoz gibi, içimdeki depremle dışımdaki dengelendi o gece.

Haines’deki bir festivale bu sene ayda yürüyen 6. kişi olan Apollo 14 astronotu Edgar Mitchell katıldı. Barış üzerine çalışmaları olan Mitchell sunuşunda, bir gün “Çinliyim” ya da “Amerikalıyım” demenin gülünç olacağını, kısaca “dünyalıyım” diyeceğimizi söylemiş. İnsanların, emeklerinin meyvelerinin saldırgan komşular ya da baskıcı hükümet tarafından ele geçireceği korkusu olmadan çalışabilmelerini barış adına çok önemli gördüğünü de sitesinden öğrendim. Mitchell’in emek, korku barış arasına ilmek atan sözleri üzerine eski bir yazımdan* bir bölümü paylaşma isteğim güçlendi:

“Alaska’ya isteyerek değil zorunda kaldığımız için yerleştik. Öykümüzün ülkemizin içinde bulunduğu karanlıkla çok ilgisi var. Artık bizi bir insanın “ne” yaptığından çok “nasıl” yaptığı ilgilendiriyor. Ancak hem bilimde hem sanatta, yapılan işlerin bir anlamda “çocuk” olduklarını ve “insanlık namına” onları doğuranlardan bağımsız olarak değerlendirilmeleri gerektiğinin de bilincindeyiz. Bir insan karpuza bayılabilir, diğeri sevmeyebilir. Zorla karpuz yenir mi? Şarkılar, filmler biraz da karpuz sevip sevmemeye benzer. Ya yunus, kuş sevmek? Onları araştırmak, hele korumak? Karpuzsevmez ne karpuzu yetiştirene ne de karpuza saygısızlık yapıyor sayılmaz ancak kuşlar, yunuslar birbirine çelme takarak araştırılamaz. Bilimsel ahlaka sığmaz. Gerçek bilimci, dünyanın yuvarlak olduğunu söyleyen meslekdaşının ağzını kapatmaya çalışmaz. Yobazlar, cahiller yapar sadece bunu değil mi? Gerçek bilimciler meslekdaşlarına kızabilirler, yanlışa düştüklerini düşünebilirler ancak yanlışlarla “meydanda” ve “kılıçla” savaşmayı yeğlerler. Yunusları, kuşları korumak isteyenlerse sevdikleri yaban hayatı iyi tanıdıkları için bu görevin üstesinden kalkacak kadar şey bilmediklerini de, belki hiçbir zaman bilemeyeceklerini de ve en önemlisi insandan milyonlarca yıl önceden beri var olan yunusları, kuşları koruyabileceğine inanmalarının saygısızlık dahi sayılabileceğini de bilirler. Tüm bu bilmelerin ve bilmemelerin içinde boyunlarını biraz eğerler ve ne yapmaya çalışıyorlarsa bunu, tüm el uzatanların elini tutarak yaparlar. Sadece “nasıl” ve “neden” sorularını cevaplamak için değil, müziğini dinlemek için de doğaya koşarlar ya, çok gürültücü değillerdir.”

*4 Eylül 2011’de Cumhuriyet’te yayımlanan “x’aséikw-nefes” başlıklı yazımdan