Deliler oyuna gelmez, delirir

Özgür Keşaplı Didrickson'ın "Deliler oyuna gelmez, delirir" başlıklı yazısı 4 Mayıs Cumartesi tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

Kelimeler nasıl da çoğul anlamlı. Hele “deli” kelimesinin yeri ne özel, ne renkli. Bazen hepimiz bayılıyoruz bu sıfata. Beden dilimizle, tatlı şımarık kahkalarla onaylıyoruz deliliğimizi. Deliyizdir, yapamayacağımız şey yoktur! Bir de öteki deliler vardır onlardan kaçılır, korkulur. Onlardır hep birini yaralayan, saçma sapan konuşan, rezillik çıkaran. Deliliği tescilliler, deliliğin tadını kaçıranlar… Deli kelimesini sevdik biz, onlara “ruh hastası” desek olmaz mı? Birisini aşağılamak istediğimizde hep, bilip bilmeden onları aşağılasak?

Baskılardan, işsizlikten söz etsek ama farklılığını gizlemediği (yalan söylemediği!) sürece iş bulamayan, dürüst olunca hem işsiz kalan hem de toplumda damgalanan delileri unutsak? Hızlarını sabırsızlıkla mükemmeliyetçiliklerini özgüven eksikliğiyle karıştıranlara uyum sağlamak için farklılıklarını törpülemek zorunda kalarak çalışsalar. Herkes kendininkini “deliler gibi!” önemserken, türlü baskıya rağmen başardıklarıyla gururlanma hakları bile olmasa? Deli gömleği, akıl hastanesi ya da polis kelepçesi belirince acısak onlara, masumiyetimiz rahatlatsa. Sonra yine ağız dolusu aşağılasak onları, birine “ruh hastası” diyerek. Birisini bıçaklayanın, canavarlaşanın psikolojik tedavi görüyor olduğunu belirtmekten hiç kaçınmasak (özel bilgiymiş, hem aileleri hem de tüm ruh hastalarını zor durumda bırakıyormuşuz, farkında bile olmasak) ama Virginia Woolf’tan, Gandhi’den her söz edişimizde ruh hastası oluşlarına değinmesek. O zaman saygıyı hatırlasak.

Bilimin ne kadar önemli olduğundan söz etsek, söz etsek ama her yıl yeniden kanıtlanan “ruh hastalığı” ve “parlak şeyler” (örn. yaratıcılık) bağlantısının toplumbilim açısından ne kadar önemli olduğuna pek önem vermesek. Siyasetten bilime pek zaman ayıramasak. Bilime de, Anadolu insanının binlerce yıldır aktardığı bilgilere de kapatsak beynimizi. Şehrin tozu dumanı, medyanın çamuru uyuştursa bizi. Ruh hastası olmak ile ruh hastası olmamak arasında incecik bir ip köprü olduğunu unutsak, öğrenmesek. O köprü bizi taşımasa, cahillik nehrine düşsek, boğulsak.

Kızdırsa bizi yobazlar. İstediğimi yer, içerim istediğimi giyerim diye isyan bayrakları açsak. Ancak otobüste yanımıza oturan tuhaf çocuktan tuhaf tuhaf sesler çıkınca yüzümüzü buruştursak. Biz hep yüzümüzü buruşturuyoruz diye o çocuklar dışarı çıkamasa. Yılda bir hafta hatırlasak onları. Yıllardır delik deşik sokaklarda tek başına gezemese tekerlekli sandalyeliler, kendilerine özel tuvalet bulamasa. Onlar için bağırmak hiç aklımıza gelmese. İsyanımızı dizginleştirmenin bir yolunu bulsalar ve haberimiz olmasa. Ruh hastası olamayacak kadar ruhsuzlaşsak.

“Tuhaflar ülkesinin şu tuhafları dinsiz oluyormuş” dendiğinde kendimizi aşağılanmış hissettiğimiz için ağız dolusu küfretsek. “Ben tuhaf insanlardan biri değilim” demenin bin yolunu bulsak ve tuhaf insanlar umurumuzda olmasa. Bir süre sonra yobazlar bu kez “Tuhaflar ülkesinin şu tuhafları dindar oluyormuş” deyince kahkahalarla gülsek, o tuhafları aşağılasak. Din ne demek, beyin ne demek bunları araştırıp tartışma gereği görmeyecek kadar hatmetmiş olsak bilimi. Karanlığa dayılanmaktan zaman kalmasa düşünmeye. Aşağılamak ve aşağılanmaya tepki göstermek dışında bir yaşam alanımız olmasa. Kendi kendimizi kelepçelesek. Karanlık bize oyun oynasa. Oyuna gelsek.

Buzdan bilge nehir her gün aynı, her gün farklı. Hiç hareket etmiyor ve hep ediyor. Sessiz ve sesli. Yaşamı ve her birimizi temsil ediyor. Gören gözler, işiten kulaklar için. Hem aynıyız hem farklı. Irk, dil, sınıf derken en önemli farkımızı, beyni görmüyoruz. Oyuna geliyoruz.

Madenci kanaryasına benzer deliler. Oyuna gelmez, delirirler. Nefessiz kalmış, hele ölmüşlerse, toplumun ruh sağlığı da pek iyi değil demektir.