Siyasi denklem yeniden yazılırken

Afrin harekâtı yalnızca dış politika değildir. İçerdeki siyasi denklem de yeniden yazılacaktır. 15 Temmuz gibi yeni bir kırılma ve buradan yeni bir sıçrama hikayesi yazılmak istenecektir. Buna tekrar dönmek üzere Suriye olayına bakalım.

AKP iktidarının Afrin harekâtına eleştirel bakanları gayri-millilikle hatta vatan hainliğiyle suçlama ve ifade özgürlüğüne yeni sınırlamalar getirmekle uğraştığı bugünlerde anımsatmamız gereken gerçekler var. Öncelikle şunu: AKP iktidarı, PYD'nin bu denli güçlenmesi ve yayılmasından birinci derecede sorumludur. Hatta, ilk ivmenin verilmesi bakımından ABD'den daha fazla sorumludur. Sadece şunu anımsayalım: 2011-2013 döneminde PYD lideri Salih Müslim için Ankara adeta komşu kapısıydı. Türkiye'de de, Abdullah Öcalan'ın da rol aldığı müzakere süreci 2015 Şubatına kadar sürmüştü. Ankara'nın o zamanki hesabı Suriye'de PYD'yi Esad rejimi üzerine sürmek, destek verilen cihatçı unsurların da katkısıyla bu rejimi kısa sürede devirmek ve Suriye'nin parçalanmasından pay kapmaktı. PYD bu rolü üstlenmedi, bulunduğu yerde tutunmayı ve yayılmayı (hegemon güçle de işbirliği halinde) tercih etti. Ankara, Güney sınırındaki bu oluşumu önceleri küçümseyerek Esad rejimini tasfiye planını cihatçı güçler üzerinden sürdürmeye devam etti. Ruslar'ın sahaya girmesi sonucunda bu plan da çöktü ve vekalet verilen güçler ağır bir yenilgiye uğradı. Bu aslında, Batılı koalisyon güçleri ile birlikte ve belki de onlardan daha fazla Ankara'nın da yenilgisiydi.

Bu arada, IŞİD gibi ABD'ye çok yönlü operasyon alanları yaratan "kullanışlı" bir örgüt sayesinde, dünya küresel gücü Suriye'nin kuzeyinde PYD üzerinden bir tutunma pozisyonu elde etti. PYD/YPG'yi, IŞİD karşıtı mücadelenin "ana silahlı gücü" olarak kahramanlaştırdı. Suriye'nin parçalanmasını kesinleştirmek, İran'ın ve Şii hattının yolunu kesmek açısından YPG'nin ağır silahlarla donatılmasını da içeren bir planı -Türkiye'nin itirazlarını dahi görmezden gelerek- yürürlüğe koydu.

Suriye'deki gelişmeleri zamanında okuyamayan AKP iktidarı (şimdi ne kadar okuduğu ayrı bir konu), Kuzey Suriye'deki Kürt/ABD koridorunun -Barzani rejimini de katarsak, 900 km'lik bir sınır bölgesinde- Türkiye'nin Arap toplumuyla tüm sınır temasını kesecek bir yayılmaya girdiğini farkederken, bunun, Türkiye içinde terörü ana yöntem olarak kullanan PKK güçlerine büyük bir hareket serbestisi ve lojistik destek sunacağını hesaplamaya başladı. Bu gelişmeler, AKP iktidarının hedeflerini güney-doğu sınırlarını güvenceye almaya doğru daraltmasına yol açtı. Koridorun tamamlanmasını engelleyici ilk harekâtını El Bab hamlesiyle yaptı. ABD'nin bundan sonraki eylemleri adeta kışkırtıcı bir boyut kazanmaya başladı. Fırat'ın doğusundaki YPG güçlerine dört bin büyük kamyonla yapılan silah sevkiyatını göstere göstere gerçekleştirdi.  

Peki Türkiye neden ABD'nin doğrudan denetiminde olmayan Afrin'e müdahaleyi seçti? Çünkü bu daha kolayca yapılabilir bir güç gösterisiydi. Rusya ve Suriye'nin ikna edilmesi de daha kolaydı. Zira Rusya ve Suriye de, arapsaçına dönmüş olan bölge ilişkilerinde, PYD-ABD işbirliğinin giderek Suriye rejimi ve İran/Şii karşıtlığı üzerinden ve Suriye'de kalıcı bir ABD varlığını da içerecek bir biçimde bölücü bir rol üstlenmesinden rahatsızdı. Rusya her ne kadar kendi inisiyatifindeki müzakere süreçlerine PYD'yi de dahil etmek istese de, hem Türkiye'yi karşısına almamak hem de ABD'ye fazlasıyla tâbi olmuş PYD'nin burnunu biraz sürtmek istiyordu. Suriye Hükümetinin ise topraklarının bölünmesini, burada bir ABD (dolayısıyla İsrail) varlığını kabullenmesi ise zaten gerçeklik dışıydı. Afrin müdahalesiyle Suriye rejimine İdlib'de daha fazla hareket/ilerleme imkanı sağlanması da muhtemelen bu denklemi tamamlıyordu.

Türkiye açısından Afrin'in seçilmesinin kuşkusuz başka stratejik ve siyasi nedenleri de olabilir. Umarız bunlar arasında Halep'i de içeren bölgede kalıcı bir siyasi varlık göstermek yoktur. Şimdiye kadar yapılan açıklamalar harekâtın kalıcı amaçlar içermediği, resmi ifadeyle "terörist unsurlar temizlenince" bölgeden çıkılacağı yönünde oldu. Moskova pazarlıklarının bu harekâtın sınırlarını nasıl çizdiği, bu sınırlara ne ölçüde uyulacağı şimdilik bilinmeyenler arasındadır.

Şu notları da düşelim: ÖSO denilen cihatçı taşeron örgütün ne ölçüde TSK'ya sadık kalacağı, ABD ile el altından pazarlık yürütüp yürütmediği (bu örgütün Vaşington temasları bu yılın ilk günlerinde basına sızmıştı), Türkiye'nin Afrin üzerinden kendi planlarını ABD ile yeni bir pazarlık unsuru olarak kullanıp kullanmayacağı, dolayısıyla yeni saflaşmalar içine girip girmeyeceği şimdilik spekülatif soru işaretleri olarak zihinlerdedir. Ama başından beri Suriye'nin toprak bütünlüğünü savunmaktan başka çaresi olmayan, bugün nesnel koşulların zorlamasıyla bunu savunur gözüken AKP iktidarının, eğer samimiyse, Esad rejimiyle birlikte hareket etmekten başka umarı da bulunmamaktadır. Bakalım, eğer başka niyeti yoksa, bunu doğru okumayı nihayet başaracak mıdır?

Tekrar zamanda geriye dönersek, başından beri Suriye'nin toprak bütünlüğünü savunan ve dolayısıyla meşru Suriye rejimiyle birlikte hareket eden bir Türkiye, ne IŞİD'in ne diğer cihatçı örgütlerin, ne de bunların peşinden ABD ve Rusya'nın Suriye topraklarında nüfuz alanları oluşturmalarına izin vermemiş, PYD/YPG'nin de bir siyasi varlık olarak ortaya çıkmasına, nüfuz alanlarını genişletmek için coğrafi yayılmaya ve demografik şekillendirmeye girişmesine yol açmamış olacaktı. Kaldı ki Suriye'de yüzbinlerce insanın kanı dökülmemiş (Esad rejiminin devlet şiddetini kullanması halinde Türkiye'deki PKK çatışmalarından çok daha az ölümlere yol açılabilirdi), milyonlarca insan yerinden edilmemiş, 5,5 milyon insan ülkeleri dışına göçmemiş, kentler yerle bir edilmemiş olacaktı.

İki çift laf da Kürt siyasi yapılanmasına: Bu hareket Suriye'nin bölünmesini kendisi için büyük bir nimet olarak görüp tam bir fırsatçılık ve açgözlülükle toprak kazanımları peşine düşmemiş ve ABD'nin maşası olmayı kabullenmemiş olsaydı, bugün geleceğe daha güvenle bakabiliyor olurdu. Iraklı Kürtler de aynı hataya düştüler ve fırsatçı bir biçimde yayıldıkları alanlardan Irak rejiminin sınırlı bir askeri hamlesiyle tersyüz olmak zorunda kaldılar. Bundan dahi ders almamak ve emperyalizme sırtını dayayarak bir gelecek inşa edebileceğini sanmak tam bir aymazlıktır.

***

Gelelim başlangıçtaki konuya: Otokratik/teokratik rejim inşasının son evresini sorunsuz aşmak, 2019'un bütün seçimlerini kazanmak için iktidarın toplumu peşine takacak yeni bir hikayeye ihtiyacı olduğu ve bunu Suriye'de bir askeri operasyon üzerinden halledeceği adeta bağıra bağıra görünüyordu. Kaldı ki, Kuzey Suriye'nin bir PKK/PYD/ABD bölgesine dönüşmesini ne kendi kitlesine ne de desteğini almaya çalıştığı MHP ve diğer milliyetçi unsurlara anlatamazdı. Bu vesileyle, Suriye'yi bu duruma getiren kendi geçmiş hatalarının üzerini örtmek, dünyaya meydan okuyan bir konuma yerleşmek, içerdeki anamuhalefeti de gelişmelere karşı duramaz konuma düşürmek ve bu ivmeyle İslamizasyon projesinde yeni bir sıçramaya geçme fırsatı yakalamak az şey midir? Dolayısıyla, Afrin harekâtı Türkiye'de yarım demokrasinin/anayasal hukuk devletinin tabutuna son çivilerin çakılmasının bahanelerini üretecektir. Yeni bir baskı eşiğine geçilecektir. Sosyal medya tutuklamaları bunun ön işaretleridir.

Bu arada anamuhalefetin ürkek politikalarının bu gidişattaki katkısı da az belirleyici değildir. Afrin harekâtına destek verirken bile hiç olmazsa eleştirel olmaya takati yetmeyen, Suriye'yi bu konuma getiren iktidarın tarihi sorumluluğunu dile getiremeyen, dolayısıyla iktidar Suriye'nin toprak bütünlüğünü başından itibaren savunmuş olsaydı hiç gerekmeyecek olan bu harekâtta ortaya çıkacak insan kayıplarının sorumluluğunun hesabını soramayan bir anamuhalefeti biz ne yapalım?