Aslında başlığın tamamını şöyle de düşünebilirsiniz: Merkez Bankası başkanları değişir, sermayenin çıkarları bâkidir!

Sermayenin çıkarları bâkidir

Aslında başlığın tamamını şöyle de düşünebilirsiniz: Merkez Bankası başkanları değişir, sermayenin çıkarları bâkidir! Bu konuda uzun açıklamalara gerek de olmayabilir, çünkü değerli meslektaşım Serdal Bahçe 4 Şubat tarihli Sol Haber’de “Merkez Bankası-Sermayenin tapınağı” başlıklı yazısında konunun özüne nüfuz eden yetkin bir değerlendirmeyi zaten yapmış bulunuyor.

‘Haziran 2023 öncesi ve sonrasında 180 derece zıt para politikaları uygulayan bir yönetim nasıl olur da her iki durumda da sermayeye hizmet etmiş olabilir?’ gibi bir soruyu hâlâ kafalarında dolaştıranlar varsa, bunun yanıtını kâr oranlarının her dönemde sürekli olarak yüksek kalmasında, milli gelirin dağılımının sürekli olarak sermaye gelirleri lehine bükülmesinde bulabilirler. Hâlâ tatmin olmadılarsa, düşük faiz oranlarının sadece hanehalkına kolay borçlanma imkânları sağlamakla (yani seçimler öncesinde halkın satın alma düzeylerini korumalarına yardımcı olmakla) ve dolayısıyla AKP’nin seçim başarısını doğrudan etkilemekle sınırlı kalmadığını eklemek gerekebilir. AKP, düşük faiz oranlarıyla ekonomiyi canlandırma politikasını da (tıpkı 2017’de olduğu gibi) uygulamış olur; yani düşük faizli krediler hem talebi hem de kısmen yatırımları destekler, böylece işsizliğin büyümesi önlenebilir. Son iki yıldır yatırım ikliminin olmadığını düşünebilirsiniz, haksız da sayılmazsınız, ancak sermayeye dönük düşük faizli krediler birçok işletmenin ayakta durmasını sağlayacak işletme kredisi işlevini de görürler. Dahası, 2019 sonrasında özel sektör şirketlerinin yüksek dış borçlarını azaltmaları (dolayısıyla açık pozisyonlarını kapatmaları), devletin ucuz kredileri sayesinde kolaylaştırılmıştır. Dolayısıyla Merkez Bankası rezervlerinin eritilmesi, açıkça sermaye yönlü politikaların uzantısındadır. Sermaye neden şikayetçi olsun ki?

Üstelik şimdi son 2,5 yıldır uygulanan (ve AKP’ye seçim de kazandırmış bulunan) Deli Dumrul para politikalarının tüm yükünü de sermayeye değil de halka bindirecek bir ortodoks istikrar programı yürürlüğe konulmuşken!

Daha uyumlu bir Merkez Bankası başkanı

Peki MB başkanının 7,5 ay sonra değiştirilmesi iç ve dış sermayeyi neden olumsuz etkilesin? Yerine geçen benzer bir ekolden gelip benzer politikaları uygulamak üzere iş başı yaptığına göre? Kaldı ki, olmayacak şey ama, Kavcıoğlu’nu tekrar MB başına getirseniz bugün başka bir politika uygulama şansı asla yoktur. Tüm yetersizliğine rağmen (ya da tam da o nedenle) Kavcıoğlu da seçim öncesindeki geçiş döneminin kullanışlı elemanı olarak üzerine düşen görevi icra etmişti esasen.

2 Şubat Cuma gecesi saat 22:30’da Gaye Erkan’ın “istifası” gündeme düştüğünde tüm görsel ve sosyal medyada onun istifa mı ettiği yoksa görevden mi alındığı üzerine bitmez tükenmez bir tartışma başlamıştı. Aslında bunun bir önemi yoktu ama saat 24:00 civarında Erkan’ın görevden alındığı ve yerine Fatih Karahan’ın getirildiğine dair CB Kararnamesi yayınlandıktan sonra bile tartışma dinmedi. Olayın Cuma akşamı “piyasalar” kapandıktan sonraya denk getirilmesi ve bunun duyulmasından sadece 1,5 saat sonra yerine yeni bir atama yapılmış olması bile, operasyonun önceden hazırlandığını göstermekteydi. Ayrıca, tek adam rejiminde bürokratların ve bakanların istifa etmeleri bir başkaldırı/protesto olarak gözükeceği için buna meydan verilmemesi de rejimin doğası gereğiydi.

Artık bir önemi yok ama, bu operasyonun Cumhurbaşkanının tek başına aldığı bir karara bağlı olmadığını söyleyebiliriz. “Cumhurbaşkanına MB başkanı dayanmıyor” tarzı kolaycı değerlendirmeleri aşabilmek gerekiyor. Bu defa operasyonun arkasındaki asıl isim Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’ten başkası olamaz. Bir süredir Erkan-Şimşek arasındaki doku uyuşmazlığı dikkati çekiyordu. Hayır, uygulanan politikaların içeriği bakımından değil (belki orada da uygulanacak faiz dozları konusunda bazı anlaşmazlıklar ileride çıkabilecekti); hatta magazine bu kadar konu olması bakımından da olmayabilir; ama MB başkanının görev tanımını aşan (ve Hazine ve Maliye Bakanının sorumluluğundaki) alanlara taşmaya eğilimli olması bakımından! (CB’ye söylediği “bir iki sektörü işaret edin, onları uçurayım” ifadeleri, bir MB başkanının hem yetkilerini çok aşmaktaydı hem de istese de yapamazdı. Yani Erkan, “itibar suikastını” kendi kendine yapmış gözüküyordu). Dolayısıyla, bu defa düğmeye basanın (buna MB taşeron elemanının CİMER’e yaptığı şikayetname de dahil olabilir) Saray’da aranması doğru gözükmemektedir.

Her durumda bütün bunların iç ve dış sermaye çevreleri açısından bir değeri yoktur; esas olan sermayenin çıkarları ve talepleri doğrultusundaki programın sürdürülmesinin garanti edilmesidir. Bu güvenceler esasen Cuma akşamından itibaren sürekli tekrarlanmaktadır. Şimdi Erdoğan rejimi ve Şimşek’in idaresindeki ekonomi yönetimi, siyasi yakınlıkları da olan daha aile içi ve daha fazla söz dinleyecek (çizilen sınırlar dışına çıkmayacak) bir yeni başkana kavuşmuşlardır. Dolayısıyla bu daha uyumlu yeni başkanın ömrü öncekinden çok daha uzun olacaktır diyebiliriz.

Bence asıl sorun, bütün bu olan biteni izleyen (sözde eleştirel) ekonomi yorumcularının ve gazetecilerin önemli bir bölümünün “yeni başkandan umutlu olmalı mıyız?” tarzı bir soru etrafında meseleye bakmaya eğilimli olmalarıdır. Bunların hemen hepsi de muhalif sayılan medya organlarında yorum yapmaktadırlar. Buradan bakılınca, bu yorumcuların önemli bir bölümü de “aman programdan sapılmayacak, demek ki çabalar boşa gitmeyecek” tarzı bir sermaye mantığı içine kilitlenmeleridir. Bu durum, açık söyleyelim, umut kırıcıdır. Emek ve halk karşıtı bir programdan nasıl bir umut duyulabilir ki? Sözde eleştirel geçinenler sermayenin ideolojisine bu kadar yatkın olunca, iktidarın ideolojisine de (dinci söylem dışında) mesafe koyamamaktadırlar. Bu da iktidara sürekli alan açmak anlamına gelmektedir.

Oy vermezseniz ne ölünüze ne dirinize sahip çıkarız!

6 Şubat benim doğum günüm. Geçen yıldan beri kutlayamıyorum. Ama tarafsızlığı üzerine yemin etmiş bir Cumhurbaşkanı, 6 Şubat’ın yıldönümü arifesinde Hatay’a gidip “Merkezi yönetimle yerel yönetim el ele vermezse, dayanışma halinde olmazsa o şehre herhangi bir şey gelmez. Hatay’a geldi mi?” diyebiliyor; yani bütün ülkenin vatandaşlarını ayırım gözetmeksizin kucaklaması gereken ve üstelik depremdeki sorumluluğu da çok ağır olan bir siyasetçi, depremde yıkıma uğramış ve canlarını yitirmiş olanlara, “oy vermeyene hizmet götürmeyiz” anlamına gelen bir siyasi cezalandırmanın haklılık gerekçesi olarak sunabiliyor; önümüzdeki yerel seçimlere siyaset malzemesi yapabiliyor. Korkunç bir tutum. Bunları söyleyenler herhangi bir utanç duymuyor olabilir ama halkın acılarını bile istismar edebilen bir siyasetin yönettiği bir ülkenin vatandaşı olmaktan doğrusu ben utanç duydum. Ama bu tavırdan daha korkunç olanı nedir derseniz, bu siyasi ahlak tanımayan sözlerin, Gazze’den daha büyük bir yıkıma uğramış olan Hatay’da coşkuyla alkışlanmış olmasıdır derim. Ama zaten bu pervasızlığa yol açan da hesap sormasını bilmeyen halkın bir bölümünün bir kişiye körü körüne biat etmesi, yaratılan kişi kültünün dışına çıkamaması değil midir?

Bu topraklarda demokrasinin siyasi ve toplumsal zemini hep sorunlu oldu ama artık bu zeminin tamamen yok edildiği bir süreçten geçiyoruz. Bunun adı İslami faşist bir düzendir. Son fırça darbeleri için Anayasada bazı rötuşlara ihtiyaç duyuluyor. Pazarlıkları da şimdiden başlamış görünüyor. İlkesiz “millet ittifakının” bileşenlerinin çoğu bu kulvara girmeye çoktan teşne gözüküyor. DEM de bu sürece katılırsa, referanduma bile gerek kalmayabilir!  Cumhuriyetçileri ve sosyalistleri, onların oluşturduğu Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi’ni çok daha sert bir mücadele süreci bekliyor.

6 Şubat depremlerinin acısını yaşayan dostlarımızla, bu ülkenin güzel insanlarıyla tüm dayanışma duygularımızı bir kez daha ifade etmek istiyoruz. Acımızı bile istismar eden fırsatçı siyasetçilere, bina değil tabutluk inşa eden açgözlü müteahhitlere, onlara yol veren merkezi ve yerel yöneticilere karşı kavgamız hiç bitmeyecektir.