Emekçi sınıfların laikliği benimseme sürecinin çalışmaya başlamasından itibaren, sermayenin ve siyasal İslamcılığın en büyük istismar konusu ellerinden alınmış olacak.

Laiklik mücadelesi devrimci sürecin parçasıdır

Laiklik, Cumhuriyet devriminin en önemli iddiasıydı. O nedenle karşı-devrimcilerin en yoğun saldırılarının merkezinde oldu hep. Şimdi, yeniden Cumhuriyet mücadelesinin de merkezinde olmak zorunda. Olmak zorunda, çünkü anayasadan lafzen silinmemiş olsa da laikliğin İslamcı rejim tarafından fiilen yok edildiği bir evreye gelinmiş durumda. Olmak zorunda, çünkü kurmak istediğimiz devrimci cumhuriyetin can damarı gene laiklik olacak. Olmak zorunda, çünkü laiklik emek mücadelesinin de ayrılmaz parçası.

Emekçi sınıfların laikliği benimseme sürecinin çalışmaya başlamasından itibaren, sermayenin ve siyasal İslamcılığın en büyük istismar konusu ellerinden alınmış olacak. İşçi sınıfı, tevekküle, dini tahakküme, sömürü sisteminin kültürel hegemonyasına direnebilecek bir sert ve geçirimsiz zırha sahip olabilecek. İşte zaten tam da bu yüzden geniş halk kesimleri mahalleden işyerlerine kadar tarikatlar tarafından kuşatılmaya, anaokulundan başlayarak eğitimin her aşamasında dini ideolojinin etkisi altına alınmaya çalışılıyor. Gene tam da bu nedenlerle siyasal İslamcıların kuşatmasına karşı verilecek mücadele asla bir uzlaşma konusu olamaz, laiklik ikinci plana atılamaz, savunulması ileri tarihlere ertelenemez.

CHP liderliğinin en büyük politika sapması, 2010’dan itibaren laiklik ekseninde bir mücadeleden tamamen kaçınmanın bahanesini oluşturmak üzere “laiklik tehlike altında değildir” açıklamasının arkasına sığınan bir konumlanmayı seçmesi oldu. Buna zaman zaman dinci siyasetin ve liberallerin pek sevdiği “özgürlükçü laiklik” safsatasının CHP saflarından da dillendirilmesi eşlik etti. Siyasal İslamcı hareket, bir yandan Cumhuriyet kurumlarını tasfiye ederken diğer yandan Cumhuriyetin kurucu partisini de içine girdiği sağcılaşma çizgisi üzerinden hizaya getirmenin fırsatlarını yakaladı. Cumhuriyete meydan okuyan dinci siyaset kendisine meydan okuma cesareti taşımayan bir kurucu irade karşısında ellerini iyice serbest hissetti ve bu ortamda 2016 darbe girişimi sürecinde sarsılmak yerine güçlendi.

Şimdilerde piyasaya sürülen ve terimlerin birbirini sıfırladığı “seküler hilafet” gibi yeni “oksimoron” kavramlar var. Bunun arka planında siyasal İslamcı hareketin simgesel talepleri arasında ilk sıradaki yerini hiç kaybetmeyen “hilafet talebi”nin yeniden ısıtılması da var elbette. İktidardaki dinci siyaset, Anayasanın savunulmasının gündemden düştüğü, yargının bağımlı ve taraflı bir çizgiye çekildiği bir süreçte, tartışmalara doğrudan taraf bile olmadan toplumun dikkatini istediği yöne çekebilme yeteneklerini fena halde geliştirmiş vaziyette.

Toplumda laiklik konusundaki duyarlılıkların gemlenmesini gene de başarabiliyor değil. Milli Eğitim Bakanı’nın tüm hukuk sistemini ayaklar altına alarak eğitimdeki dincileşmeyi ve tarikatlaşmayı Meclis kürsüsünden meydan okurcasına savunmasına tepkiler dinmek bilmiyor. Toplum ve topluma öncülük yapan kuruluşlar bu gerici meydan okumanın gündemden düşürülmesine razı gelmiyor.

7 Ocak’ta Ankara’da ilk ulusal kuruluş toplantısını yapan Türkiye Halk Temsilciler Meclisi de aynı duyarlılığı göstermiş, tüm konuşmacılar laiklik konusuna özel bir vurgu yapmış, ayrıca “MEB Yusuf Tekin’in görevden alınmasını ve laikliğe karşı faaliyetinden dolayı yargılanmasını” talep eden bir bildiri katılımcıların oybirliğiyle kabul edilmiştir.

Kavram kargaşası var mı?

Aslında sağlam temelleri olmadığı halde adeta bilinçli olarak yaratılmak istenen bir kavram kargaşasından, açıklayıcı olmadığı için kavram statüsü kazanamayacak olan uydurma terimlerden söz etmek daha doğru olur. Bu bilinçli bulanıklık “Laiklik-sekülarizm” kavram çifti arasında olsun, uydurma bir “özgürlükçü laiklik” ile mefhumu muhalifi “sert” laiklik kavramları arasında olsun bir tür sahte zıtlıklar oluşturulması üzerinden yaratılmakta. Buna daha önce iki uzun makalemizde değinmiştik. Birincisi “Türkiye’de İslamizasyonun Kökenleri ve Araçları Üzerine” başlığıyla Yeni Bir Aydınlanma İçin derleme kitabında yayınlanmıştı (Yazılama, 2017, s. 117-178). İkincisi, Dayanışma Forumu’nun ilk sayısında Haziran 2021’de “Laiklik ve Sekülarizm” başlığıyla yer aldı. soL Haber’de ayrı makale olarak da yayınlandı. Şimdi bu son makalemizden bazı alıntılar yaparak yazıyı tamamlayalım (Kaynaklara göndermelere bu alıntıda yer verilmemektedir. Yazının tamamı için şuraya bakılabilir).

Her ülkede din-devlet ilişkileri özgül tarihsel koşullara göre şekillenmiştir. Ama bu bizi, laiklik kavramının her ülkeye özgü olarak ayrı ayrı tanımlanabileceği gibi partikülarist bir anlayışa götürmez.

"Laik" terimi etimolojik olarak Yunanca "laos" yani "halk" teriminden türediği için, laiklik kavramı, inancı ne olursa olsun tüm halk katmanları/yurttaşlar bakımından eşitlikçi ve yansız bir uygulama alanı yaratma iddiasına daha yakındır. Latince soecularis (ki o da "seculum-yüzyıl"dan türemiştir ve "yüzyıla ait/ çağdaş/ dünyevî" de demektir) kökeninden gelen sekülerleşme (secularisation) kavramı, dini olanı dünyevileştirme anlamını içerir ve bu bağlamda dinin reforma tabi tutulması üzerinden bir uzlaşma arayışını içinde barındırır.

(...)

Laikliği, geniş ve dar kavramlar olarak da iki düzlemde ele alabiliriz. Geniş kavrayışta, vicdan özgürlüğünün tamamen serbest olduğu ve bunun gereği olarak devletin toplumdaki belirli bir dinsel/mezhepsel grubu temsil etmediği ve inançlar (ve inançsızlıklar) arasında ayırım yapmadığı rejimler kastedilmektedir. Ama vicdan özgürlüğü dışındaki ilkeler aşındırıldığı ölçüde kavramın esnekleştirilmesi riski vardır. Dar kavrayışa göre ise, inanç/vicdan özgürlüğü yanında, devlet ile dinin (devlet ile dinlerin/mezheplerin) birbirinden radikal/keskin ayrılığının sağlanması esastır.

Bize göre, din ile devletin birbirinden keskin şekilde ayrılması sağlanmadan (dar kavram), laiklik ilkesinin kalıcılaşması her zaman sorunlu olacaktır. Kuşkusuz burada en öncelikli olan, eğitim ve yargı başta olmak üzere kamu kurumlarının dinin tahakkümünden kurtarılmasıdır. Liberaller tarafından savunulan "özgürlükçü laiklik" diye bir kavram ise tamamen uydurmadır. Aslında burada kastedilmek istenen şey, devletin mutlak veya göreli yansızlığı temelinde "din/inanç/vicdan özgürlüğü" kavramıdır. Geniş laiklik kavrayışına yakın gibi durmakla birlikte, burada, egemen olan dinin veya mezhebin siyaseti kendisine tâbi kılacağı, dolayısıyla laiklik öncesine dönüşe kapı açacağı tehlikeli bir süreç söz konusu olabilecektir. Türkiye pratiği bunun adeta tarihi laboratuarı gibidir.

Laikliğin geniş ve dar olarak kavramlaştırmasını izleyebilecek ikinci saptama şudur: İster geniş (daha yaygın olanı budur ve sekülerlik olarak da okunabilir), ister dar (Fransa örneği gibi) kavramlardan, isterse ikisinin toplamından/ bireşiminden/ eklemlenmesinden yola çıkılsın, gelişmiş sanayi toplumlarında tarihsel yönelişler genelde birbirine yakınsamaktadır. Başka deyişle, ister uzlaşmacı isterse radikal bir yol izlesin, ister anayasal bir ilkeye dönüşmüş olsun veya olmasın (ki anayasalara girmesi istisnadır), Batı toplumlarında laiklik halka malolmuş durumdadır. Dolayısıyla Avrupa ülkeleri, bugünkü Türkiye gibi Anayasasına göre sözde laik, ama uygulamalara göre tamamen anti-laik bir ülkedeki duruma benzer tehditlerle henüz tanışmış değillerdir. Bununla birlikte, laikliğe saldırılar her yerde başlamıştır; kapitalist sömürü ilişkilerinin gereksinimlerine göre laikliğin yeniden tartışmaya açılmayacağının bir garantisi yoktur.

Üçüncü saptama, Batı'da laiklik ile sekülerlik arasında çok keskin uygulama farklılıkları varmış gibi sert karşıtlıklar yaratılmasından kaçınılmasının doğru olacağıdır. Aynı şey, ABD ile Avrupa ülkeleri ve özellikle Fransa arasında temel bir karşıtlık olduğu varsayımı için de geçerlidir. Oysa, ABD'de laiklik kavramı -bu kavram bilinmeden- Fransa'dan bile önce uygulamaya geçirilmiş, Federal Devlet ile Kiliselerin ayrılması güvenceye alınmıştı. ABD'de devletin laik, toplumun dindar olduğu saptaması boşuna yapılmamıştır. İlginç olan, Birleşik Krallık'ta Anglikan kilisesi ile devlet ayrılığı sağlanmamıştır ama kiliselerin müdavimleri sürekli azalmaktadır; buna karşılık ABD'de kiliseler dolup taşmaktadır!

(...)

Korkut Boratav ile tamamlayalım: "Siyasî İslam, iktidar gücünü kullanarak, kendi din anlayışını, sadece devlet kurumlarına değil, toplumsal hayata da hâkim kılmak istemektedir. Bu koşullarda, yani siyasi İslam iktidardayken, laikliğin klasik tanımı ("din ve devlet işlerinin ayrımı"), yetersiz kalabilecektir. (Bugünün) Türkiye'sinde laiklik, bu nedenle de, 'din kurallarının ve normlarının, devlet kurumlarını, hukuku, kamu yönetimini ve toplumu biçimlendirmesini engelleme' olarak anlaşılmalıdır. Belki de gündem, sadece teolojik (devleti ve toplumuyla Türkiye'yi İslamcı bir düzene dönüştürmek) değildir. Yani ideolojik İslam'a göre tehlike, Türkiye halkının, laikliği pasif olarak sineye çekmesi, bu yüzden 'gerçek İslam'dan uzaklaşması değildir. Sınıfsal bir gündem de vardır: Türkiye işçi ve köylü sınıflarının Müslüman kimliği, bunların zaman zaman sosyalist, devrimci hareketlere katılımına engel olmamıştır. İdeolojik İslam, halk sınıflarını kapitalizm ve sömürü düzeniyle uzlaşmaya yönlendiriyorsa, sınıfsal bir işlev de üstlenmiş olacaktır".

Bu son saptama veriliyken, Türkiye'deki laiklik mücadelesinin bundan böyle mutlaka sınıf mücadelesiyle birleştirilmesi, bu bakımdan da militan bir nitelik taşıması kaçınılmazdır. Şunu da gözardı etmemek gerekir: Türkiye'de laiklik mücadelesi sıfır noktasından başlayacak değildir; Arap-Müslüman toplumlarına kıyasla laik yaşam tarzı geniş bir toplumsal tabana sahiptir ve iktidar ayağının tasfiyesinden itibaren dinciliğin tahribatı hızla geri çevrilebilecektir. Ama artık tahribatın yüzeysel onarımları yetmeyecektir; gerçek ve kalıcı bir laiklik hedefine ulaşılması ancak emeğin Cumhuriyetinin hedeflenmesi ve işçi sınıfının laiklik mücadelesini sahiplenmesiyle mümkün olacaktır.