"Artık tahribatın yüzeysel onarımları yetmeyecektir; kalıcı bir laiklik hedefine ulaşılması ancak emeğin Cumhuriyetinin hedeflenmesi ve işçi sınıfının laiklik mücadelesini sahiplenmesiyle mümkündür."
Oğuz Oyan
Laiklik ve sekülarizm kavramları kadar hem kendi içlerinde sürekli tartışılan hem de birbirine düşürülen kavram çifti bulmak oldukça zordur. Bunu yadırgamamak gerekir. Somut toplumsal oluşumlarda yüzlerce yıllık tarihsel gelişmenin sonucunda ortaya çıkmış olan bu kavramlara, benzer olduğu kadar farklı anlamlar da yüklenmiştir. Bugün bile, değişken siyasal gelişmelere göre, bu kavramlara ilişkin yeni tanımlamalar, yeni anlam yüklemeler, yeni yorumlama çabaları sürmekte, bazen siyasal konumlanmalar buna göre oluşmakta, hatta bitmeyen akademik tartışmalar da buna eklenmektedir.
Sonradan açmak üzere baştan belirtelim: Tarihsel oluşum sürecinde Türkiye'de benimsenmiş olan kavram "laiklik"tir ve bizim de farklı bir arayışımız olamaz. Ancak bunun anlamı, "sekülarizm" kavramının üzerini çizmek, kullanımdan kaldırmak değildir. Kendimizi bir kavram fakirleşmesine mahkum etmeden bu tarihsel kavramları yerinde kullanmaya devam etmeliyiz. Bunu yaparken ne dayanaksız bir "rakip kavramlar" tuzağına düşmeli, ne de bu kavramlar arasına yapay sınırlar çizmeliyiz. Türkiye'de Cumhuriyet'in kuruluş dönemlerindeki laiklik uygulamasına eleştiri getirmeye yönelen liberallerin ve İslamcıların, uydurma "katı laiklik-özgürlükçü laiklik" karşıtlığını, bilim dışı bir yöntemle "laiklik-sekülarizm" kavram çiftine taşımalarına da hoşgörüyle bakamayız.
Kavramlar üzerine
Her ülkede din-devlet ilişkileri özgül tarihsel koşullara göre şekillenmiştir. Ama bu bizi, laiklik kavramının her ülkeye özgü olarak ayrı ayrı tanımlanabileceği gibi partikülarist bir anlayışa götürmez.
"Laik" terimi etimolojik olarak Yunanca "laos" yani "halk" teriminden türediği için, laiklik kavramı, inancı ne olursa olsun tüm halk katmanları/yurttaşlar bakımından eşitlikçi ve yansız bir uygulama alanı yaratma iddiasına daha yakındır. Latince soecularis (ki o da "seculum-yüzyıl"dan türemiştir ve "yüzyıla ait/ çağdaş/ dünyevî" de demektir) kökeninden gelen sekülerleşme (secularisation) kavramı, dini olanı dünyevileştirme anlamını içerir ve bu bağlamda dinin reforma tabi tutulması üzerinden bir uzlaşma arayışını içinde barındırır.
Bir ilk yaklaşım olarak, Katolik gelenekten gelen toplumlarda Kilisenin devletin alanına aşırı müdahaleciliğine karşı verilen laiklik mücadelesinin de daha keskin bir Kilise-devlet ayrımına yol açtığı kabul edilebilir. Ancak Katolik kökenlere sahip devletler laik-seküler ayırımı bakımından da türdeş olmaktan uzaktır. Bu ayırımın daha keskin olduğu Fransa ile daha melez yapıda olduğu İspanya, İtalya, Portekiz örnekleri birbirlerinden farklılaşırlar.
Protestanlık geçmişi olan ülkelerde ise, "sekülerleşme", eskiden dini otoriteler tarafından yerine getirilen işlevlerin dindışı/laik otoritelere aktarılması anlamındadır.
H. Pena-Ruiz'e göre
Bu sonuncu biçime en iyi örnek Fransa olmakla birlikte, bu ülkede özel okulların kamudan destek alması (ki bunların önemli bir bölümü dini okullardır) ve Alsace-Moselle bölgelerine ayrıcalıklar tanınması dikkate alındığında, Fransa bile "din-devlet arasında tam ayrılık" ilkesini kısmen çiğnemektedir. Fransa'da, Alsace-Moselle bölgelerinde 1905 tarihli laiklik yasasının uygulanmamasının nedeni, o tarihte bu bölgelerin Alman egemenliğinde olması ve yeniden Fransa'ya katıldığında ise toplumsal tepkilerle karşılaşmamak adına özel statülerinin korunması ihtiyacıydı.
Burada bir parantez açalım: Bu dört "tipik" biçim açısından bakıldığında Türkiye nereye otururdu? Eğer 1940'ların ortasına kadar giden kuruluş dönemi seçilseydi, her ne kadar Hanefiliğin resmi mezhep olarak benimsenmesine bakılarak birinci tipe yakın gibi gözükse de, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın nominal varlığı dikkate alındığında
Bununla birlikte, yukarıda sayılan dört tipolojiden birine veya birkaçının ortalamasına yakın duran ülkeler açısından bakıldığında, hiçbir Avrupa ülkesinin laikliğin üç temel ilkesine ideal biçimde uymadığı da görülmektedir. Pena-Ruiz ve birçok araştırmacının altını çizdiği bu üç ilke, -vicdani özgürlük; -manevi tercihleri ne olursa olsun (hiçbir inancı olmayanlar, agnostik ve ateistler dahil) tüm yurttaşların eşitliği; -hiçbir dini/mezhepsel tercihe dayanmayan kamu alanının yansızlığı.
Laikliğin Geniş ve Dar Tanımları
Laikliği, geniş ve dar kavramlar olarak da iki düzlemde ele alabiliriz. Geniş kavrayışta, vicdan özgürlüğünün tamamen serbest olduğu ve bunun gereği olarak devletin toplumdaki belirli bir dinsel/mezhepsel grubu temsil etmediği ve inançlar (ve inançsızlıklar) arasında ayırım yapmadığı rejimler kastedilmektedir. Ama vicdan özgürlüğü dışındaki ilkeler aşındırıldığı ölçüde kavramın esnekleştirilmesi riski vardır. Dar kavrayışa göre ise, inanç/vicdan özgürlüğü yanında, devlet ile dinin (devlet ile dinlerin/mezheplerin) birbirinden radikal/keskin ayrılığının sağlanması esastır.
Bize göre, din ile devletin birbirinden keskin şekilde ayrılması sağlanmadan (dar kavram), laiklik ilkesinin kalıcılaşması her zaman sorunlu olacaktır. Kuşkusuz burada en öncelikli olan, eğitim ve yargı başta olmak üzere kamu kurumlarının dinin tahakkümünden kurtarılmasıdır. Liberaller tarafından savunulan "özgürlükçü laiklik" diye bir kavram ise tamamen uydurmadır. Aslında burada kastedilmek istenen şey, devletin mutlak veya göreli yansızlığı temelinde "din/inanç/vicdan özgürlüğü" kavramıdır. Geniş laiklik kavrayışına yakın gibi durmakla birlikte, burada, egemen olan dinin veya mezhebin siyaseti kendisine tâbi kılacağı, dolayısıyla laiklik öncesine dönüşe kapı açacağı tehlikeli bir süreç söz konusu olabilecektir. Türkiye pratiği bunun adeta tarihi laboratuarı gibidir.
Laikliğin geniş ve dar olarak kavramlaştırmasını izleyebilecek ikinci saptama şudur: İster geniş (daha yaygın olanı budur ve sekülerlik olarak da okunabilir), ister dar (Fransa örneği gibi) kavramlardan, isterse ikisinin toplamından/ bireşiminden/ eklemlenmesinden yola çıkılsın, gelişmiş sanayi toplumlarında tarihsel yönelişler genelde birbirine yakınsamaktadır. Başka deyişle, ister uzlaşmacı isterse radikal bir yol izlesin, ister anayasal bir ilkeye dönüşmüş olsun veya olmasın (ki anayasalara girmesi istisnadır; Japonya'da girmesi ise II. Dünya Savaşı yenilgisinin tavizidir), Batı toplumlarında laiklik halka malolmuş durumdadır. Dolayısıyla Avrupa ülkeleri, bugünkü Türkiye gibi Anayasasına göre sözde laik, ama uygulamalara göre tamamen anti-laik bir ülkedeki duruma benzer tehditlerle henüz tanışmış değillerdir. Bununla birlikte, laikliğe saldırılar her yerde başlamıştır; kapitalist sömürü ilişkilerinin gereksinimlerine göre laikliğin yeniden tartışmaya açılmayacağının bir garantisi yoktur.
Üçüncü saptama, Batı'da laiklik ile sekülerlik arasında çok keskin uygulama farklılıkları varmış gibi sert karşıtlıklar yaratılmasından kaçınılmasının doğru olacağıdır. Aynı şey, ABD ile Avrupa ülkeleri ve özellikle Fransa arasında temel bir karşıtlık olduğu varsayımı için de geçerlidir. Oysa, ABD'de laiklik kavramı -bu kavram bilinmeden- Fransa'dan bile önce uygulamaya geçirilmiş, Federal Devlet ile Kiliselerin ayrılması güvenceye alınmıştı.
Dördüncü saptama, dinin tarihsel olarak bazen bağımsızlık mücadelelerinin ideolojik bütünleştiricisi olarak ortaya çıkabilmesidir. Türkiye'nin Kurtuluş Savaşında bu rolün kısa ama yoğun bir tarih dilimi açısından geçerli olduğu biliniyor. Buna karşılık Yunanistan'ın Osmanlı'ya karşı bağımsızlık mücadelesinde Ortodoks Kilisesi'nin rolü yüzyıllık bir kalıcılığa sahip olmuştur. İrlanda'da da, İngiltere'ye karşı bağımsızlık mücadelesinde din bir araç olarak kullanmıştır. Bunların izleri bu ülkelerde halen görülmektedir. Afrika'da Hristiyanlığı bir kolonizasyon aracı olarak kullanan emperyalist ülkelere karşı bazı yerlerde İslamiyet bir ulusal kimlik geliştirme aracı olarak kullanılabilmiştir. Ancak bugünkü anti-emperyalist mücadelenin, Afrika ülkelerinde de, militan bir laiklik konumlanmasından geçtiği açıktır.
Türkiye'deki Yaklaşımlar
Türkiye'de İslamcı ve liberal anlayıştan gelen araştırmacıların laiklik-sekülerlik kavramlarına bakışları "sekülerleşme"den yana açık bir tercihi yansıtır. İslamcı entelijansiyadan gelen Durmuş Hocaoğlu'na göre
Liberal yaklaşıma sahip araştırmacılar ise, laikleşme-sekülerleşme süreçlerinin tarihsel farklılığını yok saymadan, Türkiye'de erken Cumhuriyet tarzı bir "militan laiklik" politikasını hedefe koyarlar. Bu konuda eser verenlerden biri olan Mustafa Erdoğan'a göre
Sosyalist yaklaşıma sahip yazarlar açısından bu tercih konusunda herhangi bir kafa karışıklığı yaşanmaz. Kadir Cangızbay'a göre, "Sekülarizm bir olgu. Laiklik ise bir ilke; ama etik bir boyutu da var. Birinin, kültürel laikliğin etik bir boyutu var. Diyor ki, ben insanım ve bu dünya insanların dünyasıdır; o yüzden de tanrı olsa da olmasa da insan-üstü bir mercie dayanarak yasama yapılamaz. Laikliğin güzel olan yanı bu". (...) "Oysa zoolojik boyutunun ötesinde beşerî bir varlık olarak insan, kendi yapıp ettikleriyle var, yapıp ettiklerinin ürünüdür; yani, emektir, çalışmadır, iştir ve de en basitinden en karmaşığına kadar her iş, mutlaka ve mutlaka aklın rehberliğinde başarılabilir. Aklın yerine inancın temel alınıp rehber edinilmesi ise, insanın kendi kendisini kendi dışından verilmiş belirleyiciliklere teslim etmesinden, yani özgürleşip özneleşmekten peşinen vaz geçmesinden başka bir şey değildir".
Laiklik ve sol üzerine yazan Özgür Şen
Orhan Gökdemir
Serdal Bahçe
Korkut Boratav
Bu son saptama veriliyken, Türkiye'deki laiklik mücadelesinin bundan böyle mutlaka sınıf mücadelesiyle birleştirilmesi, bu bakımdan da militan bir nitelik taşıması kaçınılmazdır. Şunu da gözardı etmemek gerekir: Türkiye'de laiklik mücadelesi sıfır noktasından başlayacak değildir; Arap-Müslüman toplumlarına kıyasla laik yaşam tarzı geniş bir toplumsal tabana sahiptir ve iktidar ayağının tasfiyesinden itibaren dinciliğin tahribatı hızla geri çevrilebilecektir. Ama artık tahribatın yüzeysel onarımları yetmeyecektir; gerçek ve kalıcı bir laiklik hedefine ulaşılması ancak emeğin Cumhuriyetinin hedeflenmesi ve işçi sınıfının laiklik mücadelesini sahiplenmesiyle mümkün olacaktır.