Birinci Lige Çıkabilmek

Romancılığa 3. ligde başladım. Emek, uğraş.. 2. lige yükseldim. Birkaç yıl için 1. lige de çıktım hatta. Şampiyon adayları arasında bile gösterildim. Ama sonra yine düştüm 2. lige.

Epeydir 2. ligdeyim. Halimden memnunum. Bu kendi tercihim. İlk 10 yıl durumu kavrayamamıştım. 2. ligde bulunmayı yadırgardım, dert ederdim biraz. Çoktandır, genelde takmıyorum aslında.

Çoğu zaman takmıyorum: Çünkü, dedim ya, bu kendi yeğlemem. Dünya’da ve Türkiye’de roman okurunun ortalama düzeyini, nelerden hoşlandığını gayet iyi biliyorum. Bunun gereğini inadına yapmadım. O düzeyi, o beğeni eşiklerini zavallı buluyorum zavallılığı bilerek benimsemekse bana göre değil. Bazıları akıllıca davrandılar, okur ne istiyorsa onu yazdılar, başardılar. Belki ben de istesem böyle bir yola sapabilirdim. Kendi tarzım oluşmadan. Şimdi istesem de yapamam bunu, can atsam da çok çok satan kitap yazamam. Benden geçmiş. Dert etmiyorum genellikle.

Ama bazen dert ettiğim olur. Ne zamanlar mı? Gündelik siyasete isteğim dışında fazla bulaştığım zamanlar. O zamanlar da dönem dönemdir, yaklaşır, uzaklaşır. İşte gündelik siyasetle yoğrulmaya başladığı anlar, bir yazar olarak sesi daha çok çıksın, tezi daha çok dinlensin istiyor insan. 2. ligdeki bir yazara fazla itibar edilmeyeceği açık. İşte o zaman bazen düşünürüm: Bir yerde yanlış mı yaptım?

Cevabım daima “Hayır” olur. Bir edebiyatçı ve düşünür burnunun dikine gitmeli. Havuçlara doğru giden, güdülmeyi göze alacak. Güdülen sanatçıdan kolay kolay iyi eser çıkmaz.

Daha önce birkaç kez yinelemiştim, tekrarlıyorum burada. Kişilerin, edebiyatçıların böyle bağımsız yeğleme hakkı bulunabilir. Büyük çoğunluğun benden haberi yoksa, dangalaklıklarına doymasınlar, diye insan aklından geçirebilir.

Ancak kişi kendine sosyalist-komünist bir sanatçı kimliği vermişse, o rahatlık kayboluyor. Hem, neden 1. ligde değilim, diye sorgulama anlamında hem, acaba daha geniş bir kitlenin de hoşlanacağı türden yazsam iyi mi olur, diye düşünme anlamında. Siyasetinin etkili olması için.

Bu benim sorunum. Ama benim sorunum değil, bizim sorunumuz olan çok daha büyük bir sorun var önümüzde.

Hedeflerimizi saptarken, dünyayı ve Türkiye’yi çözümlerken, biz Türkiye solcuları-sosyalistleri hep kendimizi bir değiştirici “özne”, büyük ve önemli bir “özne” olarak görürüz ya! Oysa hiçbir zaman 1. lige çıkamamışızdır, en az 170 yıllık dünya sosyalizm tarihinde. Çoğu zaman 3. ligde kalmışsızdır, bazen de 2. ligde. Bir kez 2. lig şampiyonu olduk, 1. lige çıkmaya ramak kaldı, darbe yapıldı 12 Eylül’de.

Çizgimizi değiştirelim demiyorum. Şu an gelinen çizgi, on yılların birikimi, deneyleriyle kazanılan en doğru ortalardan biri. Bana göre en doğru çizgi. Ama dilimizi, söylemimizi, tarzımızı değiştirmek gerek diyorum. 2. ligde kalmaktan hoşnutsak, benim çoğu zaman hoşnut bulunduğum gibi, mesele yok, devam edelim. Ama aksi halde rastlantıları beklemekten başka çaremiz kalmaz. Kendi isteğimiz dışında bizi güçlendirecek birtakım beklenmeyen gelişmeleri, olumlu-olumsuz olayları beklemekten başka.

Buradan hemen şöyle anlamlar çıkarılacaktır: Türkiye solunda milliyetçilik hakim ya. Birileri diyecektir ki, Kürt hareketine iyice yaklaş, o zaman çıkacaksınız 1. lige. Öteki taraf tam tersini iddia edecektir: Atatürk milliyetçiliğinde birleşelim, Atatürkçü sosyalizm küme atlayacaktır. Bana göre ikisi de batak yol. İkisiyle de sosyalist hareket güçlenmez. Ama bu kemikleşmiş unsurları da sosyalizm düşüncesine kazanacak daha ikna edici bir dil geliştirmemiz gerektiğini biliyorum. Gerçi bunun tam olarak nasıl olacağını bilemiyorum. Bu belki de üçüncü bir dil ve söylem yumuşamasıyla gerçekleşecek bir şey.

O da şu: Burası Türkiye. Burada sol kolay kolay gelişmiyor. Bunu engelleyen en büyük etmen de din. Dinin bugünkü hakim mezhepsel kavranışı. İşçilerle, emekçilerle birleşmemizin en büyük engellerinin başında geliyor o engel. Şu andakinin en az yedi sekiz misli emekçiyle birleşmezsek hiçbir şansımız bulunmuyor.

İçerikte taviz vermeyi aklımdan bile geçirmiyorum. Laiklikten sürekli ödün vermeyi. Dilimizi, söylemimizi yeni baştan gözden geçirmemiz gerek, diyorum. Bu dil bana bile çok kibirli geliyor. “Mutlak doğru” ne kadar doğru olursa olsun, kişilerin burnuna dürterseniz onu, “Al doğrunu, git başımdan” diyecektir insanlar. O konuda çok yol kat etmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Futbol ve lig eğretilemelerini kullandık ya. Aslında futbolda, siyasetten ve sanattan çok daha büyük bir adalet vardır. Şike vardır, para, taraftar, medya desteği vardır, ama kötü bir takım asla 1. lige çıkamaz. Sanatta, siyasette böyle değildir oysa. Bir şekilde geri-gerici bir kitle desteği kazanmışsa vasat bir sanatçı veya siyasetçi, rahatlıkla 1. ligde oynar, şampiyon bile olabilir.

Ne var ki, sanat ve siyaset de tümüyle şansa, adaletsizliğe dayanmaz. Onda da emeğe, akla, yeteneğe yaslanan daha küçük oranda bile olsa bir adalet terazisi işler. Önce kitleye açılmak için daha akılcı yöntemler, söylemler geliştireceksin, sonra yenilince daha az üzüleceksin.

Mutlak doğruyu (mutlak bile olsa) biz biliyoruz diye, en ham şekliyle halka dayatıp, sonra da anlamıyorlar diye yakınmak bıktırmadı mı artık? Ben kendi tarzımdan bıkmadım, çünkü küçültülmüş hedeflerimle, okurlarımla bir aykırılık göstermiyor bu tarz. Hedef büyülteceksem eğer, o tarzı değiştirmem şart.