Delü

Fırat Tanış'ın “Delü” başlıklı yazısı 6 Nisan 2013 Cumartesi tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde. Develer, pireler, tellallar ve berberler gaz ve toz bulutu iken, bundan çok ama çok yıllar evvel, ben diyeyim 50.000, sen de 100.000 yıl evvel, efendim, insan denen bir canlı, dünya denen bir yerde, bir gece mehtaba bakarken, bir soru takılmış aklına ve bu soruyu ünlemiş kendi kendine ilk defa: ”Agunta hurtuga zırt?” Yani “Evren nasıl tanımlanır?”

50. 000 yıldır bu soru çevresinde dönmüş dolanmış insan. Bu soru başka soruları da beraberinde getirmiş tabii: “Evrenin bir boyu, eni, çapı var mı? Varsa ne kadar? Varsa bunu kim yaptı?” vs. vs.

Sorular arttıkça cevaplar da duyulmaya başlanmış. Bunlar olanaklar ölçüsünde verilen cevaplarmış elbette. İnsan denen bu canlı kıçına bir don geçirip, tıraşını, ağdasını olduktan sonra başlamış düşünmeye. Önce yıldızlar, güneş, ay gibi görüp ulaşamadıkları şeylere inanıp bu akıl almaz yapının mimarı saymışlar. Artan sorular ve cevaplar farklı disiplinlerle dile gelmiş, kendi dillerinde sorular sormuş ve cevaplar almışlar.

Teoloji, felsefe, matematik, fizik, kimya, felsefe bu soru dağının tepesindeki cevaba ulaşmak için ayrı yollar, patikalar, kestirme aralar, şaraptan dereler, uçurum sayılar, formüller ve denklemler aşmış, dolaşmış. Teoloji yaratıcı bir gücün ilahi etkisinde, matematik sayıların bilgisinde, felsefe aklın iradesinde bakmışlar evrene ve bu yolla tanımlamışlar.

İnsan denen canlı da bu cevapların ve cevaplayanların kimine inanmış, kimine inanmamış.

Derken krallar fark etmişler ki “her kim bu soruların ve cevapların sahibini tutsak ederse o kral olur”. Tutmuş bunları önce hapse tıkmış, sonra da bir kafese koyup sokaklarda gezdirmiş. Bu durumdan ayrıca para kazanmış epey. İyi mi?

Derken günlerden bir gün, delinin biri çıkıp elinde bir tebeşir, yere bir çember çizittirmiş. Tebeşirden çıkan kireç, yerde akıl almaz renkler, biçimler, duygulara iz olmuş. Deli ardından da eklemiş: “Ahan da evren budur. ” Kimseden de beş kuruş istememiş.

Delinin dışındaki tüüüüm akıllılar ve krallar, yerdeki bu çemberin büyülü çekimine tutulmuş kalmış. Evrenin tanımı, eni, boyu, dibi, püsürü içlerinde, o güne kadar hiç duymadıkları bir dilde, hiç görmedikleri şekillerle çözülmüş.

Bu hipnotik etkiden hemen sıyırıp kendilerini, “delidir, ne yapsa yeridir” deyip önemsememişler pek. Ama bir yandan yerdeki çemberden de gözlerini alamıyorlarmış. Bir çember nasıl bu kadar basit, yalın ama renkli ama cümbüşlü ama görkemli olup evreni tanımlar, arkadaş? Bu çember nasıl bir çember ola?

Gel zaman git zaman, deli huyundan vazgeçmeyince, kimi akıllılar bu çemberin içine atlayıp, kimi akıllılar da kendi çemberlerini çizip delirmeye başlamışlar. Kendilerini bir şekilde tanımlamayan bu çember severlere, diğerleri bir ad koyma gereği duymuş ve onlara “sanatçılar”, onlar gibi davrananlara da “sanatçı”, demişler. Ama gelin görün ki bu “sanatçıların” sayısı her gün daha da artar olmuş. Çember çizmek o kadar basit bir işmiş ki, akıl adamları herkes bu çemberi çizemesin, diye “yeteneği” icat etmiş. Kim ki çember çizmek istemiş, ona “sen çizemezsin, sende yetenek yok” demişler. Kimileri bu uyarıyı ciddiye alıp tebeşiri bırakmış elinden, kimileri bildiği yoldan gitmiş, hiç kulak asmamış. Kimi delilerin tebeşirleri de kimi kralların neticesinde tükenip gitmişler.

Neyse efendim, sadede gelelim...

İşte bu meseleden ötürü, o gün bugündür adına “sanatçı” deyip,”yeteneğe” tıkılan bu deliler ile, krallar ve tüüüüüüm akıllılar arasında bitmez bir çekişmedir, gider.

Ünlü bir oyuncunun da dediği gibi:

“Her oyun iyi olmaz.”