Türkiye’de kasetler, aydınlar ve seçmen

Hepimiz artık ayyuka çıkmış gizli dinlenilmiş telefon kayıtlarını biliyoruz. Bu kasetlerin ilginç olmasının sebebi Türkiye’nin Başbakanının nereden geldiği belli olmayan yüklüce bir parayı evinde tuttuğunun ortaya çıkmasıdır. Üstelik 17 Aralık operasyonlarının hemen sonrasında bu paraları evinden çıkartmak istemektedir. Kasetlerde oğlu Bilal ile telefonda görüşüp paraların hepsinin çıkarılıp sıfırlanıp sıfırlanmadığını sormaktadır. Telefon görüşmelerinden anladığımız kadarıyla paralar bütün gün evden dışarıya taşınmaktadır. Operasyonun adı “sıfırlama”dır. Kasetlerden duyduğumuza göre akşama doğru Başbakan evi arayıp tekrar sorar fakat her şeye rağmen yine de evde hala 30 milyon dolar civarında bir para kalmıştır. Bu paralar acele bir yerlerde kullanılmalıdır. Bunun gibi bir sürü kaset ortada Başbakanın ciddi bir yolsuzluk işine bulaştığının kanıtlarını bize sunmaktadır. Çünkü normalde bir başbakanın evinde bu kadar para ne aramaktadır? Üstelik bu paralar neden bankalarda değil de evde tutulmaktadır? Bizim gibi çapulcu, ayyaş ve en son terörist vatandaşların aklına ilk bu sorular gelir. Hükümet bu kasetlerin montaj olduğunu söyler ve fakat şimdiye kadar bu iddialarını ispatlayamamıştır. En son bazı bakanların “velev ki doğru ne olacak?” tarzı bir üslubu benimsediklerini görülmektedir. Başbakanın “kriptolu” telefonları da dinliyorlar” demesi sanki iddiaları doğrular gibidir. Bütün bu gelişmeleri hepimiz biliyoruz. Fakat burada bilmediğimiz bir şey var: o da toplumun tüm bu olan bitene karşın hala da bu iktidarı desteklemekte kararlı olmasıdır. Kısacası Başbakanın kasetlerin doğruluğuna yanlışlığına değinmeden, içeriğinden bahsetmeden sürdürmekte olduğu mağdur edebiyatı ve paralel devlet söylemi çoğu kişiyi ikna etmektedir. Bu inanalar ilk olarak iktidar yanlısı İslamcı, demokrat, solcu aydınlardır (akademisyen, gazeteci, yazar vs…). İkinci olarak iktidar yanlısı olup da, iktidar karşıtı haline gelse de bir göz ucuyla demokratikleşme paketi ile Kürt barışını izleyen İslamcı, demokrat, solcu aydınlardır. Ve son olarak her şeye rağmen mührü basan AKP seçmenidir.

Hâlihazırda siyasal iktidarın içine bulaştığı tüm bu yaşanan yolsuzluk iddialarına kulaklarını tıkayıp, Ergenekon, Balyoz ve 28 Şubat kararlarıyla ilgilenmekte olan aydınlarımız aslında 1996’da başladıkları bir misyonun devamını temsil ediyorlar. Her ne kadar o dönemden bu döneme iktidar içi bazı siyasi ortaklıklar sona erse de, onların görevleri sona ermiş olmuyor. Bu kişiler Cumhuriyetçi, aydınlanmacı, sosyalist solculara karşı nefretlerini kusmaya devam ediyor. Onun içindir ki askeri vesayet konusunda olsun, 28 Şubat konusunda olsun kendileri gibi düşünmeyenleri özür dilemeye çağırıyorlar, özür dilemeyenleri de cezalandırıp toplumdan bertaraf etmek istiyorlar. Hâlihazırda bu insanların sayısı azalmış olsa da halen yine basında medyada yer alıyorlar. Bu kişiler önceden hazırlandığı tespit edilmiş olan Ergenekon, Balyoz kasetlerini doğru sayıp görürken, iktidar tarafından bizzat “velev ki doğru ne olacak?” denilen kasetleri görmemezlikten geliyorlar. Bu kişiler bir de 28 Şubat mağduriyetinden dem vuruyor ve demokrasi-memokrasi martavalına kaldıkları yerden devam ediyorlar. Kendi geçmiş tutarsızlıklarını tutarlı bir şekilde devam ettiriyorlar. Bir çeşit tutarsızlığın tutarlılığı denilebilir. Ama buna bir de kasetlere sessiz kalarak, hırsızlığı meşru göstermenin vebali de omuzlarına ayrıca yüklenmektedir. Artık üzerlerindeki vebal oldukça ağırlaşmıştır. Onlar da muhtemelen Başbakan gibi en iyi savunma hücumdur anlayışıyla AKP’yi canhıraş savunma görevlerine televizyonda basında devam etmektedirler. İkinci aydınlar grubuna baktığımızda, bir zamanlar AKP iktidarını savunanlar şimdi ne 28 Şubat’ı lanetliyorlar, ne de eski arkadaşlarına sahip çıkıyorlar. Çünkü büyük olasılıkla onlar da yukarıda özetlemeye çalıştığımız olaylara bizimle beraber şaşkınlıkla karşılıyorlar. Biraz polemik olacak ama, Yeni Şafak gazetesinde 28 Şubat’ı lanetleyen imzacı aydınların sayısında azalmanın sebebi nedir acaba? Mesela bir zamanlar AKP iktidarı 12 Eylül’ü lanetlerken de AKP karşıtları 12 Eylül’ü faşist bir darbe olarak görmeye devam etti. Peki, 28 Şubat’ı post-modern darbe ilan edenlerin sayısında azalma neden? Askeri vesayet üzerine kurgulanan Türkiye siyaseti analizleri bugün geçerli midir? Değilse o zaman ne değişmiştir? Mesele sadece Başbakanın kişilik sorunları mıdır? Bugün Türkiye demokrat siviller tarafından otoriter bir şekilde yönetilmektedir. Üstelik bu yönetim gördüğümüz kadarıyla her türlü yolsuzluğa bulaşmış durumdadır. O zaman bu gelişmeleri nasıl okuyacağız? En baştan Menderes’i demokrat ilan edenlerin bugünü okurken zorlanmaları doğaldır. Onun için birinci aydın grubu kendilerine göre haklı olarak bir zamanlar Menderes’in de muzdarip olduğu şimdi de Başbakan’a karşı yapılan komplo teorilerinden dem vuruyorlar. Peki, Menderes’i demokrat bulan ikinci aydın grubu ne diyor? Eskiden Menderes’in başını askerler yediyse, şimdi ki Başbakan’ın başını kimler yiyor? Askerler mi? Değilse kimler? ABD diyemezler, çünkü emperyalizm teorilerini safsata olarak görüyorlar. Hatta daha da ileri gidip milliyetçi fikirlere zemin hazırladığını iddia ediyorlar. O zaman Türkiye siyasetinde demokrasiyi tıkayan “bilinmez” bir başka unsur var. Bu nedir? Başbakanın sadece kişiliği mi? AKP ile hizmet hareketi arasındaki rant paylaşımı mı? O zaman sadece bir bölüşüm sorunu mu bugün yaşanan? Yapısal, sistemik hiçbir şeyden bahsedemeyiz mi? Askeri vesayet gibi mesela? Askerler hapisteyse kimin vesayeti var demokrasi üzerinde? Sonuçta bir sürü soru var bence bu ikinci grup aydın tarafından cevaplanamayan.

Gelelim seçmene. Hala AKP nasıl oluyor da anketlerde kimine göre %50, kimine göre %40 oy alabiliyor? TÜİK verilerine baktığımızda En fakir hane halkının mutluluk oranı 2008’den bu yana devamlı artarken, mutsuzluk oranı düşüyor. Örneğin 2008 yılında her 100 alt gelir grubuna ait insandan 38’i mutlu iken bu 2012 yılında 49’a çıkmaktadır. Aynı şekilde mutsuz fert sayısı da gene aynı yıllar içinde 26’dan 18’e düşmektedir. Fakat buna mukabil hane halklarının tüketim harcamalarına baktığımızda en fakirlerin toplam harcama içindeki payı yine aynı yıllar içerisinde düşmekte olduğunu görüyoruz. Buna mukabil en zenginlerin yükseldiğini müşahede ediyoruz.

Grafik 1: Hane halkı gelirine göre en fakir %20 ile en zengin %20 hane halkının toplam tüketimden aldıkları pay (%)

Grafik 1’de gördüğümüz üzere özellikle 2009 krizi sonrası en zengin %20’lik dilime ait hane halkının toplam tüketimden aldığı pay %36,1’den %37,8’e çıkarken en fakir %20’lik dilimin aldığı pay ise %9,1’den %8,7’ye düşmektedir. Bu durum diğer %20’lik dilimler içinde geçerlidir. Her ne kadar ortada ki %20’lik dilim ve en zengin %20 hariç tüm hane halklarının toplam tüketimden aldığı pay düşüyor olsa da, hane halkının mutluluğunun artıyor olması toplumsal bir tezat oluşturmaktadır.

Sonuç olarak hane halkı anketleri yoluyla özellikle en fakir seçmenin son 5 yılda toplam tüketimden aldığı pay düşerken neden daha fazla mutlu olduğunu tespit etmek şu kısacık yazıda pek mümkün gözükmemektedir. Her halükarda seçmenin iktidarın tüm bu yolsuzluk iddialarını içselleştirmiş ve benimsemiş olmasının sebeplerini başka yerde aramak gerekir. Mesela vergi kaçağının son 5 yılda gelişiminin izlenmesi belki seçmenin neden yolsuzlukları bu kadar içselleştirdiği hakkında bize ipucu verebilir. Bir de Türkiye’de gizli rant dağılımını, bilinmeyen özel yardımları hesap etmemiz gerekecektir. Türkiye’de gittikçe her şey daha kapalı hale gelmektedir. Telefon görüşmelerinden duyulduğu kadarıyla Başbakanın evinden taşındığı anlaşılan paraların ne kadar olduğu ve nereden gelinip nereye gittiği de meçhuldür. Toplumsal tepkisizliğin bir nedeni de bir sürü bu bilinmezliktir.