İhsanoğlu ve sol’dan istifa etmek

Yeni Cumhurbaşkanı adayı ile ilgili birçok şey söylendi. Hepimiz biliyoruz artık. Bizim bu tartışmalara ekleyeceğimiz bir şey olamaz. Ama adayın sol adına talihsiz bir aday olduğunu baştan söyleyelim ki, okur nerede durduğumuzu görebilsin. Bu yazının amacı “neden İhsanoğlu solun adayı olamaz?”ı anlatmaya çalışmak olacaktır. Şimdi pratikte Recep Tayyip Erdoğan’ı indirelim gerisi gelir diyenlere kuşku ile bakmaktayım. Meydanlara daha inmemiş bir Erdoğan var. Onun karşısında hayatı boyunca Türkiye’de siyaset yapmamış bir kişinin, meydanları etkileyebileceğini düşünebiliyor musunuz? Ben düşünemiyorum. Üstelik ciddi oranda sandıklara gitmeyecek bir CHP seçmeni olacak. Bu seçmeni de anlamak gerek. Yoksa gerekmiyor mu? Bugünkü yazı İhsanoğlu, Gül, Erdoğan gibi geleneksel siyasetçilerin ideolojilerine ışık tutmayı amaçlıyor. Yazıya başlamadan evvel son bir ekleme daha yapalım, o da yukarıdaki üç siyasetçinin, birinin kaba üslubu dışında, ciddi anlamda bir fikir ayrılığı içinde olmamasıdır. Erdoğan’da Gül’de, İhsanoğlu’da geleneksel değerlere önem veren, muhafazakâr görüşlere sahip ve küresel ekonomiyle bütünleşmiş kişilerdir. Bu değerlere inanan kitleler İhsanoğlu’na oy vermekte hiçbir sakınca görmeyecektir. Ama ya diğerleri? Yani küresel ve geleneksel değerlere inanmayanlar ne olacaktır? Bu soru cevabını bekleye dursun biz bugün geleneksel ve küresel ekonomi politiğin ideolojisine bir göz atalım.

Küresel değerleri günümüzde yaygınlaşmasına neden olan neo-liberal siyasetin kökenlerine bakalım. Sonra geleneksel değerlerin bu siyasete nasıl sahip çıktığını anlatalım. Daha önceki yazılarımızda bahsetmiştik. Küresel ve geleneksel değerler üzerine inşa edilen liberal ideoloji, yirminci yüzyıl otoriter rejimlerin doğmasına vesile olmuştur. Türkiye’de iddia edildiği üzere ulus devletçi anlayış otoritarizmi yaratmamıştır. Ulus devlet sadece bir yönetim biçimidir ve onun için salt merkezi otoriteye dayalı bir yönetim biçiminden yola çıkarak otoriter bir ideolojinin varlığını ispat edemeyiz. Faşizm ve Nazizm ideolojisinde ulus devletçi merkezi bürokratik yapılar birer araç olmuştur. Bütün bunlar biçimseldir. Asıl aşırı sağ ideolojinin besin kaynakları gelenek, kimlik konuları ve 1789 düşmanlığıdır. Bu konuda daha detaylı bilgi için eski yazılarıma bakılabilir.

Lippmann konferansına katılmış bir çok Fransız liberal iktisatçı (Rougier, Baudin vs..) yeni liberalizmin siyasal yapısını teknokrat elitlerden oluşmuş merkezi bir otorite ile oluşturmuşlardır. Rousseau’cu Cumhuriyetin alternatifi, piyasacı elitlerden oluşmuş bir siyasal otoritenin kurumlarını oluşturmaktır. Daha evvelki yazılarımızda bahsettiğimiz ve sadece neo-liberal Rougier ve Baudin’e değil aynı zamanda faşist Salazar ve Musslolini’ye de ilham vermiş olan temel düşünür Frederic Le Play’dir. Tekrar hatırlatmak gerekirse Louis Baudin, 1938 yılında yeni bir liberalizmi düşünmek üzere Paris’te toplanmış Hayek’in kurucusu olduğu Mont Pelerin üyesi bir iktisatçıdır. Onun Le Play’e karşı ilgisini sadece ona referans veren düşüncelerinden değil aynı zamanda kendisinin derlediği ve başına önsöz yazdığı 1947 yılında Frederic Le Play, Textes Choisies et Preface par Louis Baudin adlı kitabından da anlıyoruz. Baudin’İn sonuç bölümünde olumladığı Le Play fikirlerini, bu küçük yazıda özetlemeye çalışalım.

Le Play, diğer 19’ncu yüzyılın tüm liberalleri gibi 1789 devrimine karşı çıkar. Bu kesin bilgidir. Karşı çıkma sebepleri de liberallerle aynıdır. Le Play geleneksel değerlere önem veren, ahlakı ve aile kültürünü her şeyin üzerinde tutan bir sosyal bilimcidir. Aslında doğrudan Smith, Turgot gibi liberal iktisatçılara da eleştiriler getirmiştir. Louis Baudin’in onun hakkında tek eleştirisi onun piyasa ve iktisatçılar için söyledikleridir. Le Play serbest piyasadan yanadır ama bu sistemin geleneksel değerleri içine almasını ister. Ona göre bireycilik buna imkân tanımamaktadır. Onun için aileyi bireyin yerine koyup, buradan yola çıkarak Salazar gibi birçok faşist siyasetçi ve neo-liberal iktisatçının ilgisini çekecek bir toplum yapısı inşa eder. Le Play 1789’u üç açıdan eleştirir. İlki devrimin sürekli ve sistematik bir özürlük vaat etmesidir. İkincisi eşitlik ilkesidir ve son olarak da başkaldırı hakkıdır. Le Play özgürlük düşmanı değildir elbette fakat özgürlüğün tanımsız kalmasını istemez. Çünkü ona göre özgürlük bir amaç değil bir araç olmalıdır. Bu bakımdan özgürlüğü yeniden tanımlayıp sınırlamak ister. Ona göre amaç toplumsal ahengi sağlamaktır ve özgürlük bunun aracıdır. Yani başka bir deyişle toplumsal ahengi bozanlara sınırsız özgürlük sağlamaktan yana değildir. Rekabetçi, ahlaki ve aile değerleri üzerine kurulu bir düzen, Rousseau’cu özgür toplumunun yerini almalıdır. İkincisi eşitlik ilkesi ile sorunu vardır. Bu ilke o zamanın tüm liberallerinin dillendirdiği insanları tembelliğe itmektedir. Yani eşitlik adına tembel ve işsizler başkalarının tasarruflarından yararlanarak geçinirler. Bunun için kendi, eşitlik yerine daha güçlü ve zeki olanın öne geçeceği hiyerarşik bir toplum düzenini önerir. Le Play’in bu önerisi neo-liberallerin teknokrat elitlerden oluşmuş yönetim modelinin aynısıdır. Zaten Baudin bu görüşü aynen benimsemiştir. Son olarak başkaldırma hakkını ise Le Play jakobenlerin yaptıkları devrimi meşru kılmak adına ortaya attığını söyler. Bu tamamen toplumsal ahengi bozan bir yaklaşım olacağından bu hakkı ortadan kaldıracak güçlü bir siyasal otoriteden yanadır.

Yukarıda saydığımız bu üç ilke ve Le Play’in alternatifleri hem 20’nci yüzyılın başındaki yeni liberalizm arayışlarına ilham olmuş hem de günümüz neo-liberal siyasetin belirlediği küresel iyi yönetişim modellerinin temelini oluşturmuştur. Doğal olarak sorabilirsiniz İhsanoğlu veya Gül veya Erdoğan bu anlatılanların neresindedir? Günümüzde temel siyasi değerler Said-i Nursi değildir. Küresel siyasetin belirlediği temel siyasi yönler bellidir. Bunlardan en önemlisi eşitlikçi modernizme karşı, bireysel hak ve özgürlükler kapsamında gelenekçiliği, kimlikçiliği savunan özgürlükçü görüşlerdir. Dünya sistemi içinde kendine yer arayan Türkiye’deki siyasetçi, ya yukarıdaki gelenek-kimlik özgürlüğüne dayalı siyaseti benimseyecektir, ya da eşitlik temeli üzerine kurulu kamucu sosyal-sosyalist bir Cumhuriyeti referans alacaktır. Doğrudur günümüzde ikincisinin önemi çok azalmıştır.

Sadece faydacı yaklaşımla hareketle ikincisinin ilkine nazaran olabilirliği daha az olduğundan birçok insanın tercihini etkileyecektir. Ama kendisine solcu diyenlerin sırf kültürlü bilgili olduğu için ve hanımının da başı açık olduğu için İhsanoğlu’na oy vermesi çok vahimdir. Daha önce Derviş, Gül ve Erdoğan’ın arkasında durulduğu gibi şimdi Ekmelettin bey’in arkasında durmamız istenmektedir. Eğer Erdoğan aday olmasaydı belki de Ekmelettin bey’i AKP çok rahat aday gösterebilirdi ve kimse buna şaşırmazdı. Her halükarda Erdoğan’ın yerine seçilecekse İhsanoğlu, Tayyip istibdat’ına son, AKP rejimine devam diyecektir ve siz solcularda bir kere daha bunun vebali altında kalıp ileride günah çıkarmayla uğraşacaksınız.