Neo-liberalizmin günümüz sol liberalleri ile faşizan muhafazakârı L. Baudin

Daha evvel yazılanları soru-cevap şeklinde yeniden hatırlatmakta yarar var.

Bu yazıları yazmakta genel amacımız ne? Sol liberalizm ile faşizan muhafazakârlığın ikisinin de neo-liberalizmden beslendiğidir.

İkisinin ortak noktaları nedir? Özellikle 19’uncu yüzyıl Fransız iktisadi düşüncesinde ortaklaştıkları en önemli nokta her iki tarafında 1789 Fransız devrimi ile sorunlarının olmasıdır.

Neden? Çünkü her ikisi de Fransız devriminin merkezi Cumhuriyetçi devlet örgütlenmesine ve bunun J.J Rousseau’nun Toplumsal mutabakatında yer alan siyasal modeline karşı olmalarıdır.

Niye?

Birincisi 20’nci yüzyılda faşizme kayacak olan 19’uncu yüzyılın baskıcı muhafazakârlarına göre, 1789 anlayışı komünist fikirlerin gelişmesine yol açmaktadır. Daha sonra bu kişiler 20’nci yüzyılda yükselen faşizmi de barışı bozacak olan bir tehlike olarak göreceklerdir. Fakat sadece iki ülkenin uygulamalarını hariç tutacaklardır. Bunlar savaşa sürüklenmeden önce Musolini İtalya’sı ile Salazar’ın Portekiz’idir.

İkincisi sol liberallere gelince, muhafazakârlarla ortaklaştıkları nokta merkezi devlet otoritarizmi olsa da bu gruba dâhil olanların ideolojik yapıları son derece karışıktır. Kimi 19’uncu yüzyıl sosyal-Katoliklerin işçi birliklerini benimsemiş ve oradan korporatist, yarı-korporatist sitemlere evirilmişlerdir, kimisi de anarşizm ve federalizm’den beslenmişlerdir.

Liberal solcular, faşizan muhafazakârlara karşı niye liberalizmi eleştirilerinde daha tutarlıdırlar?

Çünkü Âdem-i merkeziyetçi federalist bir siyasal yapı önermektedirler. Federalizm konusunda liberal solcular, Fransız neo-liberalleri ile daha çok mesafeli, anglo-sakson liberalleri ile ise daha yakındırlar. Bu konuda otaklaşmışlarının örneğini Proudhon’cu federalist yapı ile Hamilton’cu federalist yapılar birbirlerini şu siyasal şiar etrafında beslemiş olmalarıdır: “L’unité dans la diversité” (Farklılıklar içinde birlik). Bu bakımdan içinde sosyal Katoliklerin, federalistlerin, anarşistlerin yer aldığı sol liberaller, JJ. Rousseau’nun merkezi otoriter Cumhuriyetine, korporatif bir ekonomik sisteme dayalı (Proudhon ve federalistler…) Federal bir siyasal yapıyı savunarak kökten karşı gelmektedirler. Çünkü sonuçta liberalizmle ideolojik anlamda muhafazakârlardan daha fazla olarak sorunları vardır.

Faşizan muhafazakarlar liberal solculara karşı niye liberalizmi eleştirilerinde daha az tutarlıdır?

Çünkü 1789 ile sorunları olan muhafazakârların liberalizmle sorunları sadece işçi sınıfına daha fazla baskıcı olmaması nedeniyledir. Bu grup aslında “laisser faire, laisser passer” liberalizminin emekçileri zapturapt altına alamaması, tam olarak kontrol edememesi nedeniyle eleştirirler. Buradan yola çıkarak iktisadi liberalizmin siyasal liberalizmi tanımlamada yetersiz kalmasından şikayet ederler. Dolayısıyla aradıkları liberal bir devlet modeli çerçevesinde liberal toplum modelidir. Oysa 1789 aslında bir burjuva devrimidir. Bu bağlamda “laisser faire, laisser passer”’yi siyasal kalıplar içine oturtmuştur. O açıdan örneğin JJ Rousseau’nun toplumsal mutabakatı liberalizmin bir siyasal modeli olarak algılanması gerekir.
Peki neden bu böyle kabul edilmemiştir? Çünkü Rousseau’cu cumhuriyet sosyalist fikirlerin gelişmesine yol açmaktadır. 1789’un siyasal şiarı olan “eşitlik” buna imkân sağlamaktadır.

Günümüzde nasıl olmuşta sol liberaller ile muhafazakârlar arasında istemeden de olsa bir ortak bağ oluşmuştur? Bunun en önemli nedeni bize göre sosyalizmin yıkılmasıdır. Bu gelişme zaten 1789 Cumhuriyetine karşı olan sol liberaller ile muhafazakârları anti-komünist, anti-ulus-devletçi siyasal söylem içinde, geçmişe nazaran daha fazla birleştirmiştir. Soğuk-savaş döneminde sol liberaller komünizmi bugünkü gibi hoyratça eleştirmemişlerdir. Bu bakımdan söylem olarak aynen 19’uncu yüzyıldaki sosyal Katoliklerin ve 20’nci yüzyılın başındaki neo-liberallerin dilini benimsemişlerdir.
Komünistler Nazi’dir demişlerdir. Bu yetmemiş, neo-liberalizmin küreselleşme siyasal projesinden de çokça etkilenmişlerdir. Sadece kimlik ve gelenek bağlamında değil aynı zamanda piyasa ekonomisi ve mekanizmaları açısından da etkilenmişlerdir.

Neden? Bunun da iktisadi düşüncede bir nedeni vardır. O da Neo-liberalizmin arayış içinde olduğu 1938 Lippmann konferansında neo-liberal Keynezyenlerdir. Fakat 1945 sonrası dünyada devletçi, planlı Keynezyen ekonomilerin önem kazanması Keynesçi neo-liberalleri Keynes ve türevlerinden uzaklaştırmıştır. François Perroux’nun insancıl ekonomisi birçok Fransız liberal solcuya sığınılmış bir liman olmuştur. Oysa insancıl (humanisme) terimi sosyal-Katoliklerin alternatif toplum modeli için kullandıkları bir kelimedir. Bunu aşağıda izah edeceğiz.

Baudin’in bu konularda nasıl bir kıymet-i harbiyesi vardır? Louis Baudin 1938 Lippmann konferansına katılmış bir Fransız ekonomistidir. Aynı zamanda Mont-Pelerin üyesidir. Her ikisinin de gayesi 20’nci yüzyılın başında yükselmekte olan faşizm ve komünizm tehlikesine karşı liberalizm içinde çare bulmaktır. Onun için o zaman yazdıkları bugün için önemlidir. Çünkü o zamandan bu zamana Baudin’in düşüncesi hem faşist otoriter yönetimlerin hem de küresel aktörlerin uygulama alanına girmiştir.

Peki Baudin neyi savunur? Baudin Katolik, elitist bir liberal devlet modelini savunur. Le Play sempatizanıdır ve dolayısıyla paternalist bir elitistir. Özellikle işgücü piyasalarında patron işçisine oğluna davrandığı gibi yaklaşmalıdır. Yani ona ahlaki değerler ile kendisine itaati öğretmelidir. Bu bakımdan sosyal-Katoliklerin 19’uncu yüzyıl sonundaki işçi birliklerini (bkz: 1 ay önceki yazı) savunur ve dolayısıyla o modelin daha ileri safhası olan korporatist düzenden yanadır. Bu bağlamda Federalistler gibi bireycidir (individualiste, gerçi federalistler personnalisme kelimesini kullanırlar yani birey yerine kişi), çünkü bireyci olmak insan üzerine odaklaşmaya neden olur. Oysa liberalizm sadece özgürlüğü önemser. Bu bağlamda Baudin’in Katolik bireyciliği pozitiftir, yapıcıdır. Oysa liberalizm savunmaya dayalı bir kuramdır ve bu bağlamda negatifidir, çünkü içinde sosyal devleti yıkmak gibi öğeler bulundurur. Baudin onun için sosyal katalizimin hümanizm değerleri içerisinde bireyci, elitist merkezi bir siyasal yapıyı benimser. Baudin 1950 yılında yazdığı “Manuel d’économie politique” adlı kitabının Korporatizm bölümünde şunları yazar. Korporatizm’in avantajı, sınıfsal antagonizmi kaldırmış olmasıdır. Böylece “sendikalizmin” işçi ile işvereni karşı karşıya getiren sistemini işlevsiz hale getirmiştir. Korporatist sistemde elitler vardır, işçi ile işverenler arasındaki ilişkileri düzenler. Böylece elit yöneticiler sosyal çatışmaların önüne geçecektir. Baudin’e göre korporatist sitemin o dönem en iyi örnekleri İtalya ve Portekiz’dir. Her iki ülkede kendi ülkelerindeki sosyal düzensizliği düzenlemek amacıyla marksist sınıf mücadelelerini durdurmak amacıyla sendikaları devlet bünyesinde birleştirmiştir (Charte de Travail, İtalya (1927), Portekiz (1933)).

Sonuç olarak Baudin’in söyledikleri ile günümüz neo-liberal politikalar bağlamında bir çok benzerlikler vardır. İlk olarak günümüz iş gücü piyasaları esnek çalışma koşullarını merkezi kurallara bağlamış ve herkes tarafından kabul gören tartışılmaz hale getirmiştir. İki, sermaye ile çatışmacı işçi sendikalarının işlevleri gittikçe azalmış yerine hükümet ve neo-liberal politikalarla uzlaşmış büyük sendikalar ile devletten finanse edilen sivil toplum kuruluşları almıştır. Bu yapı bir tür neo-korporatist bir sistemdir. Üç, liberal olmayan her türlü ulus-devlet modeline karşı gelen neo-liberaller, hem liberal solcuların, hem de başka gelenekten gelenlerin, İslamcıların örneğin ilgisini çekmiştir. Bireycilik, insanlık temelli bir kuramsal yakınlık iki tarafı da birleştirirken, neo-liberalizmin sosyal-Katolik temeli, İslamcılığın sisteme daha kolay adapte olmasını sağlamıştır.