Yadsıma ve olumlama

Buz gibi koyu bir karanlık, iri yağmur taneleri, acı acı uluyan rüzgâr. Korkunun bu klişe atmosferini bile kullanan, sade bir hikâyedir “Korkulu Gece”.

Panihidin, katıldığı bir ruh çağırma toplantısından evine böyle bir atmosferde dönerken tedirgindir, çünkü gelen ruh, kendisine o gece yaşamının son bulacağını söylemiştir ve o, “ispritizma”ya inanmasa da, ölümün mutlaklığını bilmekte ve doğallığını kabullenmekte, ama her insan gibi korkmaktadır. Hele de bu kadar kısa bir vade belirlenmişse. Evine geldiğinde yaktığı kibritin mavimtrak ışığı, odasının orta yerinde duran, nereden çıktığını bilemediği bir tabutu aydınlatınca da korkusu katmerlenmiştir. Kaçarak gittiği bir arkadaşının boş evinde de bir tabut bulunca, ne yapsın? Neyse, güncel deyimle “spoiler” sayılmaz bir Çehov öyküsünün sonunu söylemek, anlaşılır ki, bir arkadaşları, icralık olan cenaze levazımatçısı kayınpederinin “mal”larını hacizden kurtarmak için evlere dağıtmıştır.

Çehov’dur bu, düz bir hikâyeye, “niye ki” sorusunu aklınıza takacak bir ayrıntıyı yerleştirivermiştir ama. Çağrılan ruh, yani seanstaki masanın üzerinde tabağı döndürüp kelimeleri “yazan”, Spinoza’dır. Niye ki? Rastgele mi?

Acaba, “ispritizma”ya inanmayan bir kurbana, metafizikle bağlantılı bir materyalist filozofun “ruhu”yla darbe indirmek, dramatik etkiyi de, kehanetin inandırıcılığını da, merakı gıcıklamayı da sağlar diye mi seçilmiştir Spinoza? Olabilir. Olmayabilir de. Kafaya Spinoza girmiştir işte…

Spinoza, bir olguyu tanımlamanın esas olduğunu, o tanımın, karşıtını yadsımayı içereceğini söylerken, Hegel bunu tersine çevirmiş, yadsımadan tanımlamaya varmıştı. Bu basitleştirme, ilk bakışta, önemli bir ayrımdan söz edildiğini yeterince ortaya koymuyor olabilir. “İyi”yi olumlamanın “kötü”yü yadsımayı içermesi mi, “kötü”yü yadsımanın “iyi”yi olumlama anlamı taşıması mı? Ne fark eder dedirten bu ikilik, felsefenin derinliğinden gündelik hayatın yüzeyine çıktığında görürüz ki, yadsınanın karşıtı, kendiliğinden olumlanacağı vermeyebilir.

Aman, sadeleştireceğiz derken belli ki berbat edeceğiz… Ama Spinoza, malum, Nâzım’ın andığı gibi, işi mercekler, optik, dolayısıyla yansımalar ve görme kusurları olan bir zanaatkârdır da.

12 Eylül’ün “fiziksel” korkutuculuğu, asla küçümsenmemesi, üst perdeden yaklaşılmaması, anlamaya çalışılması gereken sonuçlar doğurdu toplum ve özel olarak da emekçi hareketi ve sosyalist sol üzerinde. Darağaçları, zindanlar, işkence tezgâhları, kıyımlarla, nice acılar, yakıcılığı hiç geçmeyen kayıplar, telafisi zor yaralanmalar yaşattı. Doğru. Bunun bir korku atmosferi yaratması da, bir hınç duygusuna yol açması da doğaldı.

12 Eylül’ün bu yönü, açıkça görülebileceği gibi, asla geneli belirleyici olamadı ama. Fiziksel korku üzerinden vazgeçişler, döneme ve sonrasına damga vuramadı, mücadeleyi durduramadı. Bu açıdan baksak, 12 Eylül boy ölçüşmeyi kaybetti de diyebiliriz.

Ama 12 Eylül, aslolarak başka bir şeydi. Görülmesi tozdan dumandan zorlaşmış bir şey. 24 Ocak kararlarıydı, emekçilerin bütün haklarını gaspa yönelmiş sermaye hamlesinin, silah zoruyla itiraz odaklarını bastırmasıydı. Türk-İslam senteziyle ülkeye geçirilen ideolojik kalıptı. Zorunlu din dersleriyle başlayan süreçte, “yeşil kuşak” projeleriyle, dönemin yaygın söyleyişiyle “solun ve sınıf hareketinin önüne din dalgakıranı” dikilmesiydi, dinciliğin palazlandırılmasıydı. Amerikancılığın “bizim çocuk”luğuydu. 24 Ocak kararlarının mimarı Özal iktidarıyla, ideolojide gericiliğin, ekonomide vahşi liberalizmin, köşe dönücülük kutsamasının önünün açılmasına zemin hazırlamaktı. Sermayenin ve gericiliğin, toplumun direnç noktalarına, zihinsel şekillendirmeyle gem vurmasında kullanılan dipçikti. Gerisini, yani “çıplak zor”u, bu ülkenin devrimci birikimi dirençle karşılamış, aşmıştı ve doğal olarak beslenen “hınç duygusu”nun sabitlenmesinin 12 Eylül’ün esas yönünü karartmaya varabileceği noktası, henüz taze bir yara nedeniyle görüş alanının dışındaydı.

Hegel, Spinoza’yı ters yüz edip, yadsımadan olumlamaya geçişin temelini atmıştı. Çehov, “ispritizma”ya inanmayanlara Spinoza’yı ruhlaştırıp bir mesaj vermişti…

Örneğin, 1982 Anayasası ezici bir çoğunlukla onaylanınca, buna sivilleşme özlemi, cuntanın istediğini almış gibi bir an evvel gitmesi açıklaması getirildi. Seçimleri askerlerin temsilcisi Sunalp’in yerine “sivil” Özal’ın kazanması, 12 Eylül’ü boşa çıkarma olarak hayırlara yoruldu. Özal’ın askerî birlikleri ayağında şortla ve şıpıdık terlik pabuçla denetlemesi bir nanik gibi sempati topladı. Derken, bakkallara İsveç Norveç peynirleri geldi, özelleştirmeler başgösterdi, döviz suç nesnesi olmaktan çıktı, farklı siyasal eğilimleri kapsadığı varsayılan Özal “sivil”liği, takunya ve ruganın postaldan iktidarı alması gibi algılandı… O zaman da sorsanız, sonrası kolaydı.

Fiziksel zorun yadsınmasından çıkılan yolun, dinselleşme ve liberalizmin olumlanmasına varacağı bir ideolojik/siyasal cendere gelişip güçleniyordu oysa. 12 Eylül, başka bir şeydi de çünkü.

Teslimiyet, sadece korkunun yol açtığı bir özsavunma mekanizması değildi. Liberalizme, sermaye sistemine, şeriatçılığa asla onay vermeyen, karşısında duran kesimler, 12 Eylül’ün yadsınmasından, bu niteliklerinin törpülendiği bir örtülü kabullenmeye doğru evriliyorlardı, demokrasi, birey ve özgürlük söylemlerinin soyutlanmışlığı, sivil toplumculuğun neşesi eşliğinde.

Sirayet etme, bulaşma, böyle bir şeydir, sinsidir. Bir küçücük, önemsenmeyen deforme hücrenin bünyeyi sarması gibidir. Teşhis geciktikçe, hep ânın durgun fotoğrafına bakıldıkça büyür.

Ne istediğini önemsemekle ne istemediğini önemsemek. Bu, yazı-tura gibi gelir başlangıçta, ama devreye öncelikler girer ve çetrefilleşir.

“Ben kendimi böyle tanımlıyorum ve karşıtını tümden yadsıyorum” bir netliktir. Ama “ben kendimi yadsımayla tanımlıyorum”daki yadsınan tanımı, olumlanan karşıtın flulaşmasına varabilir.

Dedik ya, böyle ifade edilince bir hayli karmaşık gibi görünen “felsefî” şey, varsayalım seçim dönemlerinde olanca netliğiyle ortaya çıkan çok somut siyasetler konusunda zihin açar. AKP’yi yadsıma, AKP’nin temsiliyetindeki siyasadan ziyade, süregelen bir iktidar ve iğrenilesi kadrolardan ibaretse, “yadsındığı iddiası taşınan” bir yığın olguyu olumlamayı da içerebilir.

Bakarsınız, dualarla makam teslim alışa, işletmelerin verimli kullanımına, Akşener’e, bir yarılma yaratır mı beklentisiyle MHP’ye, milliyetçiliğe, türbana ve “makul cemaat”lere, Mansur Yavaş’ın ODTÜ himmetine, Babacan-Gül-Davutoğlu cephesine filan bel bağlar olmuşsunuzdur.

Sosyalizm, nurlu ufukları beklemeye terk edilir, cumhuriyet pencerede solmuş bayrağa, yakada rozetle gezilen bir mezarlığa intikal eder, yadsınanlar olumlanır, olumlananlar yadsınır. Hep bir önceki, hep bir önceki merhaledir, bitse, gerisi kolaydır… Ama neyi olumladığınız kadar, neyi yadsıdığınızı da unutmaya başlarsınız bir noktada.

Bu, korkudan çok daha güçlü ve kuşatıcı bir şeydir, kabullendirmedir.

Işıl Özgentürk’ün türban konulu yazısından ceza almasına sessiz kalınmış. TYS, 2 Temmuz açıklamasında Aziz Nesin’i anmamış. Bunlara “korkudan” diyenler oldu. Keşke. Keşke korku olsaydı. O yenilirdi, kavga dövüş. Bu massedilmedir, normalleştirilmedir ve asıl korkutucu olan budur. Korktuğu için değil, öyle bakmaya başladığı için teslim olmaktır asıl mesele.

Buraya, bir olumlamanın belirleyiciliğinden çıkıp, bir güdük yadsımanın belirleyiciliğiyle geldik. Sistemlerden geçip aktörleri seçerek geldik.

“İspritizma”ya inanmayanlara materyalist Spinoza’nın metafizik yönüyle korku yaşatarak eğlenmekti belki Çehov’un bir sade hikâyede yaptığı. Ama, akla soktu işte felsefeyi, onu da hayat sadeleştirdi…