Rusya ve AKP: Gerilimin esas sebebi mi?

Bugün soL portaldaki yazısında Merdan Yanardağ, AKP-cemaat geriliminin dış boyutu ile ilgili önemli ve daha önce pek tartışılmamış bir saptama yapıyor. Bana göre tespitin can alıcı bir bölümünü aktarıyorum:

“Erdoğan’ın Dışişleri Bakanlığı diplomatlarını çıkararak özel tercümanı aracılığıyla Putin’le yaptığı ikili görüşmeler, uluslararası enerji ticareti ve boru hatları konusunda Berlusconi’nin de dahil olduğu gizli kapaklı anlaşmalar da AKP iktidarının Suriye tereddüdünün nedenleri arasındadır.”

“İşte bu nedenle Cemaat, AKP ve Erdoğan’a karşı bir hamle yaptı.”

“Cemaat, tıpkı AKP gibi, iktidara gelmenin ve orada tutunmanın yolunun ABD ve Batılı emperyalist devletlerle işbirliğinden geçtiğini düşünmektedir. Ancak ‘Batı’ kavramı içinde İsrail’i de görmektedir. İsrail’in ve Yahudi sermayesinin Batı’daki gücünün farkındadır. Bu nedenle, Doğu’yu ve Arap dünyasını dikkate almak yerine, teolojik ve elbette siyasal bir hile yaparak yüzünü tam olarak Batı’ya (daha doğrusu ABD ve İsrail’e) dönmektedir.”

İktidar bloku içerisindeki çatışmanın bir bölgesel/dış boyutu bulunduğuna, bu boyut içerisinde Suriye ve onunla bağlantılı İran meselelerinin önemli bir yer tuttuğuna hiç şüphe yok. Merdan Yanardağ’ın da belirttiği gibi, Türkiye’nin bu süreçteki rolü ve tarafı konusunda iktidar blokunun ilkesel bir anlaşmazlığı bulunmuyor. Sorun ise iktidar blokunun iki bileşeninin, AKP ve cemaat, doğasındaki ve iktidar yapısı içindeki konumlarındaki farklılıklarla ilişkili…

Şunu kastediyorum: AKP bir siyasi partidir dolayısıyla temsilcilerinin itibarını yerle bir edebilecek, üzerine bastıkları zeminin altını oyabilecek potansiyel veya gerçek tehditlere karşı duyarlı olmak durumundadır. Cemaatin durumu ise kökten farklı... Açık siyaset yapmayan bir oluşumun kişilerin itibarına, iktidar ilişkilerini sağlamlaştıran öznel zeminlerin akıbetine duyarlılığının aynı ölçüde olması beklenemez. Kadrolar değişir, önemli olan yapının baki kalması…

Daha somut konuşmak gerekirse, Suriye-İran eksenindeki gelişmelerde yaşanacak kırılmaların doğrudan maliyetini cemaat değil AKP üstlenecektir. Cemaatin, AKP’nin emperyal vizyonunun oluşturulmasına sunduğu eşsiz katkılar herkesin malumu… Ancak bu vizyon mevcut iktidarın tepesine çökmeye başladığında, yıkıntının altında ilk kalacak olan siyasi partidir onun (Hüseyin Çelik’in ifadesiyle) “tabanı” değil. Dolayısıyla AKP’nin bölge politikalarında potansiyel tehlike ve tehditlere daha duyarlı olması, yani Erdoğan’ın kapalı kapılar ardında Putin’le hasbıhal etmesi bu gerçekliğin bir sonucudur.

Kanımca bu noktada sorulması gereken iki önemli soru bulunuyor: Birincisi, Erdoğan’ın korkusu ya da “duyarlılık gösterdiği tehdit” Suriye-İran ekseninde Rusya’yla askeri olarak karşı karşıya gelme ihtimali mi? İkinci soru: Bir bütün olarak iktidar blokunun mevcut uluslararası düzenin dinamiklerini kavrayışında önemli farklılıklar, buna bağlı farklı ittifak arayışları olduğu söylenebilir mi?

İlk soru büyük ölçüde pratik bir yanıta sahip ve bana göre cevabı “hayır”. Çünkü Erdoğan’ın algıladığı “Rusya tehdidi” tek başına Rusya’yla ilişkili değil.

Bir süre önce Türkiye’nin Güney Akım boru hattına cevaz vermesi, bundan bir gün önce ise Azerbaycan’la önemli bir başka boru hattı anlaşması yapması AKP’nin bu hususta gerçekten gerildiğine, ama iktidar mantığıyla tutarlı seçeneklerinin tükenmediğine işaret ediyor. Güney Akım’ın Karadeniz’den geçişine onay verilmesinin birkaç yıl önce allanıp pullanan Nabucco’nun ölüm fermanı olduğunu elbette biliyorlar. Nabucco’nun ise Bakü-Ceyhan’ın tamamlayıcısı, yani ABD ve AB’nin enerji alanındaki ortaklığının tescillenmesi anlamına geldiğini hatırlayalım. Buna karşın Rusya’ya Kuzey Akım’la birlikte Avrupa gazının yüzde 40’ından fazlasını tedarik etme, üstelik Ukrayna’da yeni bir “turuncu devrim” ihtimalini büyük ölçüde bertaraf etme kozunu veren Güney Akım’ın onaylanması esas tehdidin Rusya’dan değil, Almanya’dan geldiğinin hissedilmesiyle bağlantılı. Almanya’nın ise AKP’ye ve Erdoğan’a karşı kartlarını henüz açmadığı biliniyor.

Ancak AKP, bir yandan enerji alanında ABD-Almanya ittifakının mezar taşını çakmak anlamına gelen bu proje hususunda kendisini uzlaşmaya mecbur hissederken, diğer yandan da Azerbaycan kartını açmış ve emperyal vizyonuna ne denli bağlı olduğunu göstermiştir. AKP’nin, son dönemde İsrail’in muazzam bir etkinlik kazandığı bu zavallı Kafkas ülkesi üzerinden verdiği mesaj ise açık: “Batı ittifak sisteminin restorasyonunda beni kullanabilirsiniz”. Türkiye’nin enerji koridoru olma iddiası budur. Türkiye siyaseti etkili olduğuna kuşku bulunmayan Almanya’nın kartlarını açmamasının bir nedeninin de bu iddianın üzerinin çizilmemiş olması olduğu söylenebilir. Çizilmemesi ise şüphesiz iddianın arkasındaki muazzam ABD desteğiyle bağlantılıdır.

Birinci soruyla bağlantılı olarak önemli bir vurgu ise Kemal Okuyan’ın Salı günü yayımlanan köşe yazısında mevcuttur. Şöyle diyordu Okuyan: “Son olarak Almanya, Rusya ve İran’ın farklı nedenlerle Türkiye’nin son dönem tercihlerinden rahatsız olduğunu, bu üç ülkenin Türkiye siyasetine müdahale kanallarının hafife alınmaması gerektiğini söyleyelim. (…) Ama bütün bunlar ‘güç kavgası’nın nedenleri değil, bağlantı noktaları olarak görülmelidir.”

Gelelim ikinci soruya…

Burada daha teorik bir yanıt vermek durumundayız. Bu amaçla soruyu biraz dönüştürelim ve “İkinci Cumhuriyet iktidarı Rusya ve Çin gibi güçleri uluslararası sistemin parametreleri olarak mı, yoksa değişkenleri olarak mı görüyor” diye soralım.

Soru böyle formüle edildiğinde yanıt vermek de kolaylaşıyor. Soğuk Savaş döneminde değiliz uluslararası sistemin aktörleri arasında sınıfsal kaynakları olan çelişkiler bulunmuyor. O halde Rusya ve Çin gibi güçlere parametreler olarak bakılamadığı aşikar. ABD merkezli emperyalist sistemin temel meselesi Rusya ve Çin gibi ülkelerin verili hegemonya içerisinde yarattıkları sürtünme ve direnç kuvvetini azaltmak suretiyle mevcut hiyerarşinin restore edilmesi. İkinci Cumhuriyet iktidarının ise bu “mücadeledeki” safı belli ve iktidar bloku içerisinde bu saf konusunda bir tartışma bulunduğunun herhangi bir işareti yok.

İkinci Cumhuriyet’in bu minvalde kendisine biçtiği rol, özellikle Rusya’yı restore edilmiş Batı ittifak sistemine tabi bir pozisyonda tutmak için Ortadoğu’da boşluk doldurmak. Boşluğu doldurmanın yöntemi ise, Davutoğlu’nun formülasyonuyla “yumuşak güce”, yani bir Sünni ittifakının geliştirilmesine dayanıyor. O halde Rusya’yı bölgenin dışında tutmak, onun Şii ekseniyle bağlantısını zayıflatmayı gerektiriyor. Peki, iktidar bloku Rusya’nın Şii ekseniyle bağlantısını veri yahut parametre mi kabul ediyor?

Bizim gördüğümüzü görmediklerini düşünmek için herhangi bir neden yok: Rusya, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde Arap Birliği’nin Suriye planını veto ettikten sonra ray değiştirmeye başladı. Lavrov, Rusya’nın Suriye’ye barış gücü gönderilmesine destek olabileceğini söylüyor. Rus Dışişleri Bakan Yardımcısı, Rusya’nın Müslüman Kardeşlerle ilişki kurmaya hazır olduğunu açıklıyor. Rusya Genelkurmay Başkanı İran’ın nükleer programıyla ilgili yaza kadar bazı kararlar alınabilir diyor. Demek ki Rusya'nın kurmaya çalıştığı savunma hattının sınırları bir hayli esnek (ki bu Libya'da da görülmüştü) ve bu ülke “yumuşak gücün” etkisinden ari değil.

Eğer gelişmeleri bu şekilde okuyorsa, cemaatin, AKP’nin Suriye konusunda Rusya-Almanya kaynaklı bir tereddüt yaşadığından endişe ederek farklı ittifaklara yönelmesi için bir neden olmadığı söylenebilir. Zira AKP’nin tereddütlerini gidermek için İsrail’e yanaşmak hem Rusya ve Çin’in konumlarına haddinden fazla ilkelilik atfetmekte hem de AKP’nin İsrail’le ilişkilerinin derinliğini yadsımaktadır.