‘Popülist’ şebekenin icadı

İtalya’nın İçişleri Bakanı ve sağcı Lega’nın lideri Matteo Salvini hafta başında İsrail’i ziyaret ederek Başbakan Binyamin Netanyahu’yla görüştü. Mussolini’ye övgüler düzen Salvini, beklendiği gibi Netanyahu’yla sarmaş dolaş pozlar verdikten sonra Yad Vaşem holokost anıtını ziyaret etti. 

Bu yıl içinde hem Netanyahu’nun kolunda hem de holokost anıtlarında benzer pozlar veren başkaları arasında Macaristan Başbakanı Viktor Orban, Filipinler Devlet Başkanı Rodrigo Duterte gibi isimler de bulunuyordu. Brezilya’nın yeni başkanı Jair Bolsonaro da koltuğuna oturduktan sonra ilk dış ziyaretini İsrail’e yapacağını ilan etmişti. Bu ülkelerin bir kısmı, Trump’ın izinden giderek büyükelçiliklerini Kudüs’e taşımayı tartışıyor. 

Netanyahu’nun Trump’la yakınlığı ve ikilinin Muhammed bin Salman’la muhabbetini hatırlatmaya herhalde gerek yok. 

Peki bu toplamı bir “şebeke” olarak görmek mümkün mü? Batı’nın ana akım medyasına göre bu sadece mümkün değil, gerekli de… Israrla böyle bir şebekenin var olduğunu vaaz ediyorlar. Üstelik buna bir ad vermiş bulunuyorlar: “illiberal” ya da “sağ popülist” şebeke.

Karşıtını tanımlamak her türlü mücadelenin olmazsa olmazlarından. Kavramlara takla attırmak, gerçeği görülmesini istediği gibi göstermek de en azından burjuva ideolojisinin bir gerekliliği. Burada her ikisinin de örneğini görüyoruz.

Karşıtlarını tanımlıyorlar: “sağ popülist” ya da “illiberal” (kelime anlamı dar görüşlü, bağnaz; politik anlamıysa “liberal değerlere karşı olan”) şebeke. Liderleri Trump, Netanyahu, Orban, Salvini, Duterte, Bolsonaro gibi figürler. Listenin ucu açık, oraya dahil edilecekler ya da oradan çıkarılacaklar pekâlâ olabilir. Devamına Erdoğan’ı da ekleyebilirsiniz örneğin, duruma göre değişir.

Ve kavramlara takla attırıyorlar. Örneğin bütün bu isimleri aynı çuvala doldurup üzerine de “popülist” yazıyorlar. Neden ırkçı, faşist ya da gerici şebeke demiyorlar peki? Oysa bu figürlerin birbirine benzemelerini sağlayan özellikleri ırkçı, faşist ya da gerici gibi sıfatlara çok daha uygun. Popülist ya da “illiberal” olduklarıysa hayli tartışma götürür.

Mesele bahsedilen siyasi şahsiyetler arasında birtakım paralelliklerin bulunup bulunmaması değil. Bu var. Ama bu, söz konusu figürlerin ve temsil ettikleri güçlerin ortak bir doğrultuya sahip oldukları, dahası bu doğrultu temelinde ittifak kurdukları anlamına gelmez. Konu, bu tür siyasi figürlerin sayısının gün geçtikçe artması olarak tanımlanacak olursa, bahsi geçenleri, ait oldukları ya da temsilcisi oldukları siyasi hareketleri gericilik, ırkçılık, faşistlik gibi kavramlar üzerinden betimlemek gerekir. Ama ana akım Batı medyasının ve onun arkasındaki güçlerin derdi bu değil. Dert, dünyanın onların istediği şekilde görülmesini ve hasmın onların ihtiyaçlarına uygun olarak tanımlanmasını sağlamak. 

Özetle şunu söylemiş oluyorlar: Trump, Netanyahu, Orban, şu bu; yetmiş yıldır var olan düzeni bozmaya, yerine korumacı, milliyetçi vesaire bir düzen geçirmeye çalışıyorlar.

Halbuki ne bahsedilen figürler mevcut düzeni bozmaya çalışıyor ne de yeni bir “düzen” tasarımına sahipler. Bu manyaklar basitçe emperyalizmin çok katmanlı krizinin yarattığı çatlaklara doğdular. 

İşin özü şu: bu düzen sürekli birtakım manyaklar üretiyor. Geniş yığınların bu durumun bir arıza olduğuna ve düzen içinde kalarak buradan bir çıkış bulunabileceğine ikna edilmesiyse emekçi sınıflara kurulan en büyük tuzak. Bu tuzağa düşenlerin manyaklarla uğraşıp durmaya devam edeceğini gayet iyi biliyorlar. Türkiye’de de, başka yerlerde de…