Meşruiyet Kavgası

Kemal Okuyan’ın 29 Ocak tarihli yazısını okuyanlar, şu saptamayla yazıda işaret edilen“devrimci siyasi görevler” arasındaki bağlantı üzerine kafa yormuş olmalı: “Şimdi bu iktidarın elde ettiği siyasal mevziler ve kendisine yüklenen ve kendi misyonlarında kat ettiği yol ile onun toplumsal meşruiyetindeki erozyon arasındaki çelişkilerin Türkiye’yi nereye götüreceğini kestirmeye çalışıyoruz.”

Kanımca bugünün devrimci görevlerini yerine getirebilmek açısından kritik halka, bu çelişkilerin iyi kavranmasıyla yakından ilişkilidir. Çünkü bu kavrayış, AKP’nin toplumsal meşruiyet erozyonunu hızlandıracak siyasi müdahalelerin nasıl gerçekleştirileceğine verilecek yanıtlar açısından kilit önemdedir.

Soru şu: AKP’nin toplumsal meşruiyetindeki erozyon, bu partinin üstlendiği misyonlar ve elde ettiği siyasi mevzilerde bir gerileme olduğu anlamına mı geliyor?

Bu soruya peşinen “hayır” cevabını vermek durumundayız. Bugünkü sorun AKP’nin temsil ettiği siyasi dönüşümün tıkanması ya da bizim deyişimizle “felaketin” gündem dışına çıkması değil, bu süreçte fazlasıyla yol alınmış olmasıdır. O halde AKP’ye karşı mücadeleye yoğunlaşmak ertelenemez, üzeri örtülemez bir görev olmayı sürdürüyor. AKP’nin üstlendiği misyonlar, bu partiye son sekiz yılda büyük olanaklar sağladı. Ancak bunun bir sınırı var ve bu sınır bizzat sürecin doğası tarafından konulmuştur.

Çünkü AKP’nin temsil ettiği dönüşümün doğasında, yeni bir iktidar “biçimi”nin ya da isterseniz yeni bir “rejim”in tesis edilmesi var ve yeni bir rejimin tesis edilmesi Türkiye’nin mevcut toplumsal dinamiklerine kaldıramayacağı ağırlıkta, dağıtıcı bir yük bindiriyor. Dahası bu dönüşümün asıl inisiyatif sahibinin emperyalizm olduğunu ve emperyalizmin böyle bir “yatırımı” istifleme dürtüsüyle değil, bölgeye dönük ihtiyaçlarında kullanmak üzere yaptığını hep söyledik. Şimdi kuvveden fiile çıkma aşamasındayız ve bu aşamanın daha küstah, daha açık bir şekilde halk düşmanlığı yapan, kısacası layıkıyla fiile çıkabilmek için toplumsal meşruiyetinin daralmasını göze almış bir AKP’yle sürdürülmesi mantık gereğidir.

Ancak mevzi ve misyon yitirmiyorlar, bunları daha etkin bir biçimde harekete geçirmeye hazırlanıyorlar. Bütün düzen güçleriyle beraber…

Bunu TÜSİAD’ın yeni aşamaya, bu topraklara Soros tipi liberalizmin ithalinde öncü bir misyon denemesinin sahibi olan bir holdingi atayarak girmesinden anlıyoruz. “Bölgesel açılımlar”, “yeni pazarlar” büyük patronların çöküşe biat etmeleri için yeterince cezbedici demek ki… Şaşırmıyoruz.

Bunu ayrıca medyada yabancı sermaye payı sınırını yüzde elliye çıkartan yasa tasarısının sessizce gündeme alınmasından görüyoruz. Böylece Doğan Holding’in pek de fena olmayan bir paraya satılıp sahneden çekilmesi tamamlanmış olacak. Doğan gazetelerinin iç organizasyonunda bunun hazırlıkları zaten tamamlanmış durumda. Yüzde ellisi Almanlara, geri kalanı da Akın İpek ve benzerlerine, ama “iyi fiyattan”, gidiverir.

Mevzi ve misyon yitirmiyorlar, ama kuvveden fiile çıkma baskısı kaldırılamayacak yüklerin ve kaçınılmaz badirelerin üst üste binmesini beraberinde getiriyor. Yeni Osmanlı, bölgede misyon sahibi Türkiye bütün bunlar baş aktörün bölgeye nüfuzunu derinleştirmek için değil miydi? Şimdi başrol oyuncusu AKP’nin araladığı kapıları ardına kadar açmanın hesabını yapıyor.

Çünkü ana karargâhta da işler karışık bir zaman basıncı var. Bir yandan, Korkut Hoca’nın dünkü köşesinde olanca açıklığıyla anlattığı gibi, bankacıların desteğiyle iktidara gelip, işsizliğin patladığı bir dönemde bankalara rekor kâr yazdırıp, neoliberalizmin mimarlarından kurulu çöp adamlarla hesapta “Wall Street’e savaş açan” bir Başkan var. Burada kat edebileceği mesafenin sınırları açık… Diğer yandan dış politikada büyük dönüşüm vaatleri savurup, renkli sözlerle Doğu’nun başkentlerini “fethettikten” sonra, Afganistan’a tabur tabur asker yığıp, kendini Taliban’la masaya oturma hesapları yaparken bulan bir Obama’dan bahsediyoruz. Zaman basıncı, şimdilik popülizme sığınan Başkan’ın buradan elde ettiği cılız enerjiyi hızla diplomatik “başarı”larla tahkim etmesi ihtiyacıyla ilişkili. Bunun içinse Afganistan ve Irak işgallerinin mimarları gece gündüz çalışıyor.

Bunu “kuşatma”nın güncel tarihini yazan Rick Rozoff’tan okuyoruz: “Hali hazırda yerleştirilmiş olan veya yakında yerleştirilmesi planlanan genişletilmiş Patriot anti-balistik füze bataryaları alanı Mısır, Gürcistan, Almanya, Yunanistan, İsrail, Japonya, Kuveyt, Hollanda, Polonya, Katar, Suudi Arabistan, Güney Kore, Tayvan, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’ne uzanarak, Baltık Denizi’nden Güneydoğu Avrupa’ya, oradan Doğu Akdeniz, Kafkaslar ve Doğu Asya’ya yayılan bir ark oluşturuyor. Rusya’nın kuzeybatısından başlayıp, Çin’in kuzeydoğusunda sonlanan bir yarım daire…”

Öyleyse fazla zaman yok. Öyleyse Yeni Osmanlı’nın araladığı kapılardan bir an önce girilmesi gerekiyor: Gazetelerde ABD’nin Bağdat’taki büyükelçi yardımcısını, Türkçe ve Arapça bilen Robert Stephen Ford’u, Şam’a elçi tayin edeceği haberlerini okuyoruz. ABD’nin Yeni Osmanlı çıpası marifetiyle bölgeye doğrudan nüfuzu Türkiye’yi bölge halkları nezdinde yeniden “kıyakçı” konumuna düşürür mü, düşürmez mi?

Dahası, dedik ya, Yeni Osmanlı’nın bölgesel iddiaları bölgenin sert kayalarında kaşı gözü yarmaya başladı. İşte Ermenistan örneği…

İsrail’le laf dalaşı halen etkili bir araç olmaya devam ediyor. Ancak bu aracın ömrünün de İsrail’deki iç siyasi dönüşüme bağlı olduğunu, son hafta İsrail’in Türkiye büyükelçisinin bakanına çıkışması ile biraz daha görmüş oluyoruz. Nihayetinde Türkiye ve İsrail aynı kuşatmanın parçası kuşatmanın bir gerçekliği varsa, gerilim de bir yere kadar.

Aceleci bir tespitle “bu iş bitti” demek istemiyorum. Sürecin “ilerletilmesi” ister istemez bir meşruiyet sorunu yaratıyor söylemek istediğim bu… Çünkü AKP’nin “Güçlü Türkiye”si hareket etmek zorunda… Hareket ettiğinde o gücün kime ait olduğu ayan beyan ortaya çıkacak, çıkıyor.

Memlekete bunca zokayı yutturduktan sonra, bundan sonrasını neden idare edemesinler? Bu ucu açık bir sorudur. İdare edip edemeyecekleri, AKP’nin hakimiyetine ne kadar meydan okuyabildiğimiz, onu ne kadar geriletebildiğimiz tarafından belirlenecek.

İşte TEKEL işçileri… Direnişleriyle halk düşmanlığının her türlüsünün maskesini düşürdüler. Bu sayede örneğin bu yıl 10,5 milyar TL’lik özelleştirme yapmayı planlayan hükümetin eli eskisi kadar rahat olmayacak. Bu sayede hastaneleri şirkete çevirme planlarının “ölmek var, dönmek yok” sloganlarına çarpması ihtimali artık daha güçlü. Bu sayede “genel grev öyle kolay iş değil” diyen sendika ağalarının karşısına “o zaman gerçek sınıf örgütleri kuralım” diyen işçilerin çıkması daha mümkün.

Taşlar yerinden oynuyor daha fazla oynatmalıyız.