Tarihsel davalardan tarihsel yargılamaya

Yargı önündeki davaların tarihselliği, dava türünden,  konusundan, iddianamesinden ve sanıklarından öte anlam taşır. Zamanın, mekanın, koşulların siyasetle buluşmasıyla oluşan bu anlam, sınıfsallıkla yerli yerine oturur.

Hafta başındaki “Cumhuriyet Gazetesi” duruşması ile bugünkü “Nuriye Gülmen ve Semih Özakça” duruşması, tarihsel davalar içindeki yerini işte böyle bir buluşmayla alıyor. Yıl 2017, ülke Türkiye, siyasi iktidar piyasacılığın ve gericiliğin partisi AKP, düzen OHAL, egemen sermaye sınıfı…

“Adaletsizlik”, “hukuksuzluk” şeklinde nitelendireceğimiz keyfilik içinde yaşanan bu sürecin Anayasa Mahkemesi sütununu 11 Eylül Pazartesi günü Cumhuriyet Gazetesinde yayımlanan söyleşimizle doldurmaya çalıştık. Hukukçu, Uğur Mumcu Vakfı sıralarından geçerken öğrencim olan, araştırmacı gazeteci ve yazar Kemal Göktaş ile “Zor Soru” sayfasında yaptığımız söyleşiye ve sayfaya sığmayan çok şey var.

Özgün örneklere girmeden yargıya bütünsel olarak bakarsak, söyleşide nitelendirdiğimiz “OHAL yargısı” başlığının üstüne “AKP yargısı”, “siyasi iktidar yargısı”,  “burjuva devlet yargısı”, “sermaye sınıfı yargısı”, “emperyalist düzen yargısı” gibi başlıkları açarak sınıfsallığa ulaşırız.

Zamansal, mekansal, siyasal ve sınıfsal dediğimiz buluşma piramidi içinde, tıpkı devlet ve hukuk gibi yargı da üst yapı kurumlarından biri. Ama ilk ikiliye, devlet ve hukuka göre üstünlüğü ve de gücü olan kurumlardan biri.

Nereden geliyor yargının üstünlük ve gücü? Birincisi yürütmesi ve yasamasıyla tüm devleti denetliyor. İkincisi kendi kendisini denetliyor. Üçüncüsü kendisinin de tabi olduğu hukuku yorumlama yetkisi var. Dördüncüsü bireysel, kurumsal ve toplumsal uyuşmazlıkları çözme yetkisi var. Beşincisi kararları bağlayıcı. Altıncısı ve en önemlisi de bireysel, kurumsal ve toplumsal olarak halkın “hak arama” mercii…

Bu kaba sıralama içine halkın temsilcisi olan savunma neferleri, avukatlar girdiğinde yargının önemi daha da artıyor. Yargı, “iddia, savunma ve karar” ayaklarıyla güçlü…

Yargı bağımsızlığı denilen şey, bir yandan sınıfsal bir yandan da yargının yukarıda sıraladığımız üstünlük ve gücüyle birlikte emekçi halkın mücadelesinde etkili bir araç. Sınıfsal, çünkü yargı, burjuva devletin organı ve burjuva hukukuna tabi… Mücadele aracı, çünkü işçi sınıfının devrimci mücadelesine koşut olarak yürütmek zorunda olduğu haklar mücadelesinde, evrensel hukuk ilkelerinin korunmasında ve kazanılan hakları kaybetmeme mücadelesinde aktif ve etkili…

Bunun açılımı; mücadele edilecek olan sermaye sınıfı ve devleti içinde yargı da mücadele hedeflerinden biri. Ama aynı yargı, hak arama ve mücadele için etkili bir araç.

Neoliberal düzene koşut olarak, hem dünyanın birçok ülkesinde hem de Türkiye’de yargının üzerine vahşice abanılmasının püf noktası buradan, yargının haklar mücadelesinin ve hukuk güvencesinin devlet içindeki etkin kapılarından biri olmasından kaynaklanıyor.

Halkın siyasi aracısı olması gereken parlamento, hukukla ve sınırlamalarla düzenin hukuksuzluğu ve keyfiliğiyle özdeşleşince, birey ve toplum için umut, iktidar için denetim ve frenleme aracı olması gereken yargıya el atılması kaçınılmaz hale geliyor egemen için.

Anayasa diliyle, “halkın olması gereken egemenlik devlet içindeki yetkili organlarca kullanılıyor” ise, halkı yok saymanın yollarından biri yetkili organları bütünüyle ele geçirmektir.

Yargıyı, “piyasacı” yaparsanız, “emekçi halk” karşıtı yapmış olursunuz; “gerici” yaparsanız, “aydınlanma” karşıtı yaparsınız. Bunun üzerine bir de “savunma” ayağını sakatlarsanız, “silahların eşitliğini” ortadan kaldırmış olursunuz. Geriye “bağımsızlık” sahte maskesi kalır. 

Denetliyor gibi gözüküp denetlemeyen, yapılanları onaylayıp karşıtlığı susturan yargıya ihtiyaçtır bugün yaşanan.

Devlet içindeki işbölümünü kurumları ve kurallarıyla ortadan kaldırarak -teknik deyişle kuvvetler ayrılığını yok ederek- denetim aracını koruma aracı, hak arama aracını haklara saldırma aracı yapmaya duyulan ihtiyaçtır bugün yaşanan.

“Cumhuriyet Gazetesi” ve “Nuriye Gülmen - Semih Özakça” davası da, susturulamayan basının ve halkın, susturulmalarına duyulan ihtiyacın araçlarıdır.   

Neoliberalizmin iflasının yargıyı getirdiği yerdeyiz. İflas masası ne kadar oyalarsa iflas o kadar gecikecek.  

“Yeni sömürgeciliğin” devamı olarak “yeni otokrasi” diyebiliriz, OHAL’li düzeni olağan düzene çeviren bu yapıya. “Başkanlık”, “başkancı”, “reis” gibi tanım arama zahmetlerine gerek kalmaz.

Devlet var ama cumhuriyet değil; hukuk “hukuksuzluğu”, yargı “hak aramama”yı temsil ediyor. Din, köksüz ve biçimsiz herşeyi yapıştırma aracı. Bütün siyasal ve hukuksal yetkiler tek elde toplanıyor. Herşey sermayeye…

Bu düzensizlik düzeninde bağımsız ve güçlü yargının işi ne? Herşeyi elinde tutan, dinsel siyasetten ve gericilikten büyük destek alan, sınıfına kayıtsız koşulsuz bağlı yönetim içinde denetimin hele hele yargısal denetimin işi ne?  

Trafik memuru da olmamalı, trafik lambası da… Eğer yeni rol verilecekse, yalnızca piyasacı ve gericilere yeşil yanmalı, emperyalistlere yollar açılmalı. İşçiler, emekçiler yığılıp kalmalı hangarlar içine tıkılmış gibi. Soluklarının sesi bile duyulmamalı…

Düzen içi değerlerle nitelendirilerek düzen içi keyfiliğe sıkıştırılan yargının, siyasetteki güçlerin, bükülmelerin ve sapmaların etkisinde kalması sınıfsallığın da doğal sonucu.

Aydınlanmayı lehine çeviren, hak mücadelelerini frenleyen ya da yok eden, “sınıflar yok kulluk var” yalanlarıyla emekçi halkı kandırıp hukuku ve yargıyı sahiplenen sermaye sınıfı, varlığını sürdürme çabasıyla, her yere saldırarak, bocalayıp duruyor.

Ancak, “sınıfların tarihi” içinde mücadelelerle ve sosyalist devlet deneyimleriyle kazanılanlar ve de tabii ki diyalektik materyalizm bize gerçeğin yolunu gösteriyor.

Tarihsel davalar, “dava” deyip geçiştirilecek, iddianamelerin satırları üzerinden okunacak, mahkeme salonları ve yargı mensuplarıyla sınırlandırılacak, avukat sayılarıyla boyutlandırılacak davalar değildir. Tarihsel davalarda her yer mahkeme, mücadele kulvarında yerini alan herkes de sanıklarla özdeşleşmiş savunmandır. 

Her türlü gericilik ve hukuksuzluk içinde yaratılan tarihsel davaların tarihsel yargılamalara dönüşmesi, sömürü düzeninin ve suçluların hesap vererek yok edileceği son “tarihsel yargılama”nın da sıkı yumruklarından biridir.