Hukuk ve akıl körelmesi/köreltilmesi

“Demokratik ve laik hukuk devleti” anlatımında hukuk, “irade” kullanımına, tanrı egemenliğinden insan egemenliğine geçişe ve “insan aklı”na bağlanır.

Anayasa Mahkemesi’nin 7.3.1989 günlü (E.1989/1, K.1989/12) kararında konu,

“Dünya işlerinin hukukla, din işlerinin de kendi kurallarıyla yürütülmesi ilkesi, batı demokrasilerinin dayandığı en temel ilkelerden biridir.”

“Hukuk devleti, hukukun üstünlüğü ilkesi gücünü lâiklikten alır.”

“Devlet yönetiminde tüm düzenlemeler ancak hukuk kurallarına göre yapılır. Din kurallarına göre yapılan düzenlemeler hukuksal nitelik taşımaz. Din kurallarının kaynağı tanrıdır. İlahi irade, tanrı buyrukları, din kurallarının başlıca dayanağıdır. Hukukun kaynağı ise, hukuku yaratan istenç olarak kendi ulusunun istencidir. Din, ulustan kaynaklanan bir değer olmadığından temelini ulusal istencin oluşturduğu bir düzende hukuk kaynağı sayılması olanaksızdır. (…) Hukuk düzeni, dinsel düzeni dışarıda bırakan, varlığını hukuktan alıp hukukla sürdüren devlettir. Egemenlik insana dayalıdır. (…) Yasalar dine dayanmaz ve bağlanamaz. Yasalar ilkelerini dinden değil, yaşamdan ve hukuktan almazlarsa hukuk devleti niteliği zedelenir. Hukuksal düzenlemeler dünya işidir, din işi değildir” şeklinde açıklanmıştır. Din kuralları ile hukuk kuralları arasındaki ayrım, birincinin statik ikincinin dinamik olması şeklinde de açıklanır.

İnsanlık tarihi ve din üzerine incelemeler, toplumsal davranış kurallarının ve hukukun her zaman insan aklının ürünü olduğunu gösteriyor. Din kurallarının zamana ve/veya mekana bağlı değişiminin insanla sağlanması da ileri sürülen statikliğe yanıt oluyor. Siyaset, kültür, toplumun yaşam tarzı ve asıl olarak da üretim ve egemenlik ile din arasındaki bağlantının yoğunlaştırıldığı dönemlerde, dinin, “gerçek” üzerindeki örtüsünün “insan” tarafından nasıl ağırlaştırıldığı da günümüzde birebir örnekleniyor.

Bu konudaki tarihsel süreci ve tartışmaları saklı tutarak, hukuk ile insan iradesi arasındaki ilişkiye döndüğümüzde ise ilk ve temel soru, “hangi insanın aklı ya da kimin aklı?” şeklinde ortaya çıkıyor. Hukuk diliyle konuştuğumuzda: Kural koyucu kim?

Başka şekilde sorarsak “us”a uygunluğun ölçütü, “akıl” ile “bütün” arasındaki uyum mu? Yoksa kendi düşünceleri dışında hiçbir şeyin anlamı olmadığını dayatan bir yaşam deneyimi mi? Düşünsel güç, sınırsız ve engelsiz dışa vurulmayı beklerken, kimler, neden “akıl tutulması” yaşıyor ya da kimlere, neden “akıl tutulması” yaşatılıyor?

Anayasa başta olmak üzere, hukuk kuralları için, kural koyucu çağrıyı kimin yapacağı ve çağrı yapılan kuralın neyi içereceği, çağrı yapılan kural önerilerine yasama organının dışında ve içinde kimin nasıl katkıda bulunacağı ya da karşı çıkacağı konuları, hukuk kurallarının yürürlüğe girdikten sonra, kimler tarafından nasıl uygulanacağı ve yorumlanacağı kadar önemlidir. Hatta daha da önemlidir çünkü kurallaşan, ne olursa olsun “uyulması gereken” haline gelmiş olur, yaptırımlarla korunur ve üzerindeki denetim mekanizmaları zayıflar. 2010 Anayasa değişiklikleri “yaşanan”, kesintili eğitim ve toplu iş ilişkileri yasa çalışmaları da “yaşanmakta olan” örneklerden bazılarıdır.

Demokrasinin, tarihi boyunca bulduğu bütün yöntemler, zaman zaman “hak savaşımlarında” olumlu gelişmelere imza atsalar da “ekonomi politiğin sahibi”ne bağlı olarak, bukalemun gibi renk değiştirmişlerdir, değiştirmeye de devam etmektedir. Serbest, eşit, gizli, genel oy ve açık sayıma dayalı seçim sistemi de, çoğulcu demokrasi de, bağımsız yargı da, yasama organının anayasal denetimi de bugün, ağırlıklı olarak, kapitalizmin sınırsız baskısının ve sömürüsünün ikincil olarak, toplumsal ve siyasal ilişkilerin içinde sömürüye karşı savaşımın engellenmesinin araçları haline gelmişlerdir. Hukuk, sözde “hakkı” verir yargı sözde “adaleti” dağıtır gözükürken, temel amaç, soyut özgürlük maskesi altında, üretim araçları sahipliğinin ve buna bağlı ilişkilerin özgürlüğünün kayıtsız koşulsuz devamıdır. Özgürlük-eşitlik diyalektiğinin kurulamadığı, toplumsal adaletin gerçekleştirilemediği, kural koyuculuğun ekonomi politiğin sahiplerinin elinde olduğu bir toplumda, adaletli hukuk sisteminden ve adil yargılama hakkından söz edilemez.

Hukuk yoluyla bütün insani ilişkilerin -Althusser’in deyişiyle- “meta haline” getirilmesi, ancak kural koyucu güçlerin kendi dışlarında kalan aklı, düşünce ürününü köreltmeleri ve aynı zamanda da aklın körelmesi için, dinsel ve etnik her türlü yolu denemeleriyle olanaklı hale gelir. Vahşiliğin “sınırsız baskı” sürekliliği için en etkin yol, demokrasinin olmazsa olmazları “hukuk” ve “yargı”dır. Aklın, kapitalizmin kavramlarıyla işlemesiyle birlikte, demokrasi yanılgısına tutsak edilenlerin üzerine dinsel ve etnik ağın örtülmesiyle perde kapatılır. Artık, sahneyi işgal eden kural koyucuların ve yorumcuların “ezen” aklına karşı, aynı sahnede yeni oyun oynanması zorlaşır. Seçeneksizliğin de dayatılmasıyla nereye odaklanacağını bilemeyen akıl körelmiş olur, köreltilme baskılarına karşı koyamaz, davranış yöntemlerini de belirleyemez.

Körelen akıl, sömürgecinin, başta ekonomi olmak üzere, toplumsal ilişkileri yönlendirip yönettiğini, toplumu adım adım gericileştirdiğini göremez. Hukuku, yönetenlerin bakı aracı olarak göremez. Yalnızca belirli zamanlarda ve sınırlı alanlarda ortaya çıkan hareketler de, toplumu oyalar “kapitalist akıl” ile savaşıma yetmez.

Ancak, sahneler yalnızca onların değildir. İnsanlık tarihindeki savaşımların arenası, aynı zamanda ezilenlerin ve sömürülenlerin “akıllarını tutsak” etmedikleri direniş alanlarıdır.