Hangi hukuk?

Cumhuriyet’in 93. yılında düzenlenen etkinliklerde, “hangi cumhuriyet” konusuyla birlikte “cumhuriyet ve aydınlanma” bağlantılı olarak “hangi aydınlanma” konusu da tartışıldı. Sorular, “hangi devlet”, “hangi siyaset” başlıklarıyla artarak devam edebilir. “Hangi hukuk” da tartışılmalıdır.

Üçbuçuk aya yaklaşan OHAL döneminde, on KHK çıkarıldı; on hukuksuz KHK… Eğer “hukuksuz” olmadığı iddia edilirse, “fırsatçı AKP’nin fırsatçı hukuku” diye de tanımlanabilir ama hafif kalır. Yönetim koltuğunda oturan ya da yasama için temsil yetkisi olan herkesin kafasındakinin kağıda dökülmesine hukuk denilseydi, hukuk, egemenin “ölüm silahı” olmak dışında bir işe yaramazdı. 

Güncelin genel tablosuna bakalım:

Cumhurbaşkanı başkanlığındaki bakanlar kurulu, OHAL KHK’lerini çıkarıyor ama ne Anayasa’ya ne de OHAL Kanunu’na uyuyor. KHK maddelerinin çoğunluğu OHAL’le ilgili değil, OHAL dönemiyle sınırlı da değil. AKP’nin,  yapısal değişiklik için her konuyu içine attığı, sermayenin de onay damgası vurduğu kocaman çuvallar, sözde hukuk olarak halkın, emekçilerin üzerine yığılıp duruyor.

Durum hukukla ilgili/ilgisiz herkesin okuyacağı/anlayacağı netlikte iken, Anayasa Mahkemesi “OHAL KHK’leri denetim dışı” (Türkçesi: “AKP varken denetim yapamam”) diyerek, “yaparım” şeklindeki içtihadını yok sayıyor.

TBMM, OHAL KHK’lerini, kendisine sunulmasından itibaren “en geç otuz gün içinde” görüşüp karara bağlaması gerekirken bu görüşmeyi ilk KHK için seksenaltı güne uzatıyor. Bu uzatma için Meclis’in tatilde olduğu (23.8.2016-1.10.2016 arası) günlere sığınıyor. Bu gerekçe geçerli değil ama haydi geçerli sayalım; bu sefer de otuz günlük süre onbeş gün aşılıyor, kırkbeş güne çıkıyor.           

Hukukta süreler önemli ve bağlayıcıdır. Meclis, bu bağlayıcılığa otuz günlük sürenin komisyonlarda geçmesi gereken yirmi günü için uyuyor ama kalan on günü için uymuyor. Sonuçta, 23 Temmuz günü Resmi Gazetede yayımlanan 667 sayılı KHK, otuz günlük süre aşımı nedeniyle hükümsüz olduğu halde, TBMM İçtüzüğüne aykırı olarak, diğer değişle fiili/keyfi İçtüzük ihlaliyla görüşülüp, hukuksuz olarak yasalaştırılıyor. Bu ihlal ve hukuksuzluk, Yasanın Anayasa Mahkemesi’ne götürülmesi için en temel gerekçelerden biri olmalı.

OHAL KHK’leri, emme basma tulumba gibi; bir yandan yenileri çıkıyor, diğer yandan parlamento onayı veriliyor.   

OHAL dönemi hukuk ve uygulamaları, “hangi hukuk” arayışı için ipucu olabilir mi? OHAL hukuksuzluklarından kurtulma hedefine bağlı olarak, OHAL’siz hukuku savunmak hukuk devletine dönüş için yeterli mi?

Yalnızca OHAL örnekleri esas alınsa belki, ama Anayasa ve hukuka uyulmayan birçok fiili durum ile karşı karşıya olunması, bu fiili duruma düzen istikrarı adına göz yumulması, Türkiye’de yalnızca AKP yönetiminin değil, yasaması ve yargısıyla tüm devletin keyfileştiğini gösterir. Bununla da kalınmaz, düzen içi muhalefetin de bu keyfiliğin içinde bilerek ya da susarak kaybolduğunu gösterir.

Gerçekler, darbe girişimine sığınan korku dünyası ve gericilikle gizleniyor.

Her gün yaşanan onlarca olay bolca Alman Papaz Martin Niemöller’in hikayesini anlattırıyor. Her şey herkesin gözü önünde yaşanıyor, herkes uçurumdan yuvarlandığımızın ve sonumuzun farkında; her gün birileri demir parmaklıklar arkasına giderken sıranın kendilerine gelmeyeceği inancını taşıyanlar hikayeyi anımsatmayı görev sayıyor. Ama “ne yapmalı” diye sorulan sorulara gerçek adına yanıt veren az, “haydi iş başına” denildiği zaman ayağa kalkan daha da az. Sorun da burada.

Aziz Nesin’in “Ah Biz Eşekler” hikayesi, Alman Papaz’ın hikayesinden daha ağır ve acı anlatır suskunluğu, kafayı kuma gömmeyi. Bugünün Türkiye’si, eşeğin sağ kabasına pençe atılmasını, budundan büyük bir parça koparılmasını çoktan geçti; her taraf kan içinde… Hikayedeki eşekten farklı olarak, ses de çıkmıyor.

Hukuk adına çıkabilecek seslere bakalım:   

“Hangi hukuk” arayışına laiklik ve aydınlanma adına verilecek yanıt; hukukla birlikte, devlete, siyasete ve topluma dinselliğin müdahale etmemesi. Yeterli mi?  Değil…

Değil, çünkü dinsellikten arındırılmış devlet, siyaset ve toplum, sömürü düzeninin müdahalesi altında kaldığı sürece, bu üçlüden ortaya çıkan hukuk da sömürü düzeninin hukuku olacak.

Adına; faşizm, islami faşizm, diktatörlük, saltanat, başkanlık, parlamenter rejim, demokrasi, cumhuriyet, ne denirse densin, yönetim şekillerinin özünde kapitalizm ve emperyalizm varsa, ekonomi politiğinde de sömürü olacak.

Bu öz durdukça, sınıflı toplum yaşadıkça, sömürü sürdükçe, kimi kurumlara ve rejimlere, kimi dönemler örnek gösterilerek sahip çıkmak sistem içi uzlaşmaların belirsiz renklerinden başka anlam ifade etmez. Kapitalist/emperyalist sistem içinde “en iyi örnek” arayışlarına girip “hangi hukuk” sorusunun yanıtını aramak sermaye ve gericiliğin emekçi halka, işçi sınıfına biçtiği rolü değiştirmez, sömürüyü ortadan kaldırmaz.

Tabii ki kazanımlar birikimdir, yol göstericidir. Ama o kazanımlar, “hangi”yi ararken geçmişteki bir tarih dilimini değil, tarihsel süreci ve gerçeği işaret eder. 

Devlet, “en güçlü sınıfın, ekonomik bakımdan egemen olan ve bunun sayesinde siyasal bakımdan da egemen sınıf durumuna gelen ve böylece, ezilen sınıfı boyunduruk altında tutmak ve sömürmek için yeni araçlar kazanan sınıfın devleti” iken hukuk da aynı sınıfın hukuku olur.

“Hangi cumhuriyet” toplantılarının Ankara ayağında Sevgili Tezcan Abay’ın uyardığı gibi, 2016 Türkiye’sinde cumhuriyetin içinden çıkarılacak daha ne kaldı ki? İçinden daha neler çıkarılmalı ki bu cumhuriyet sıfırlandı denilsin?

Aynı uyarı “hukuk devleti” için de geçerli. Hukuk ve yargı adına daha neler yaşanmalı ki, hukuk ve yargı sıfırlandı denilsin?

 “Hangi cumhuriyet, hangi aydınlanma, hangi devlet, hangi hukuk” sorularının yanıtını, sıfırlanmış hallerin geçmişindeki tarih dilimleri arasında aramak; vahşete rağmen gözleri, kulakları ve ağızları kapalı tutmak, canavarın göz göre göre büyümesine izin vermek anlamına gelir.

“Havuç-sopa siyaseti”ne razı olan her kişi, sömürüye hizmet eder; ezilenlerin mücadelesine de kurtuluşa da sekte vurur.

Konu, mülkiyet, sözleşme, özelleştirme, talan, teşvik, birikim, kâr, işsizleştirme, ucuz işgücü, baskı, şiddet, savaş, masumiyet karinesi, ölüm cezası, laiklik olduğu zaman, hukuku hem araç olarak kullanıp hem de üzerinde tepinenlere karşı “hukuksal masumiyetle” mücadeleye girişmek saflığın ve teslimiyetin âlâsı olur.   

Hukuk, sınıfsal karşıtlıkların ötesinde değildir. Eşitsizliğin, özgürlüksüzlüğün, adaletsizliğin herhangi bir dilimindeki “iyi örnek parçaları”, avutur, oyalar ama arayışların gerçek karşılığını vermez, veremez. Sınıfsal mücadele verenler bunu çok iyi bilir.

Çözüm, sömürü düzenini yaratan ilişkilerin içinde değil; o düzeni işçi sınıfının örgütlü gücü ve mücadelesiyle yıkacak olan ilişkilerdedir. Yıkılmalıdır ki, yerine kurulacak eşitleştirilmiş, özgürleştirilmiş, fiili adaleti sağlanmış toplumun ilişkileri kendi hukukunu da yansıtsın.