'Yok anne, biz arkalardayız!'

Mayıs sonuna doğru idi. Gezi Parkı’nda yıkıma karşı nöbet başlamıştı ve dozerler engellenmişti bir yıl önce. Dediler ki, ne yaparsanız yapın biz kararımızı verdik... Ve parkı yıkmaya teşebbüs ettiler. Neticede Gezi Parkı park olarak kaldı. Sık sık kapanan, arada bir açılan, hem kapalı hem açık olabilen, bu aç/kapa sorunsalının hava durumu gibi merak edildiği, mutedil olamayan, hiç olamayan, bir aç/kapa mevzu sürdü gitti. Aralardaki boşlukları doldurmak hem siyasetçilerin, hem sosyologların, hem duyarlı vatandaşların, hem partilerin, hem gençlerin, hem kadınların, hem öğrencilerin, hem işçilerin, hem ağaçların, hem börtü böceğin, hem gazetecilerin, hem simitçilerin, hem sokak çocuklarının, hem mini mini halde gazlanan bebeklerin işi…

Ancak hayatımızda, yani 2013 Mayıs’ının 27’sinden itibaren bir Gezi mevhumu var artık. Tüm anlamları içeren, tüm anlamları kapsayan, tüm anlamları barındıran, tüm anlamları doğuran, tüm anlamları üreten, tüm anlamlara gönderme yapan, referans veren bir tatlı su kaynağı adeta.

Bir kentlilik durumu Gezi. Taşralı olma halinin tersi. Enis Batur’un “Ben gidemezdim bir yere/zaten/Uzaktaydım, durduğum yerde” dizelerinin karşıtı. Bir durmama, duramama hali. Nuri Bilge Ceylan’ın Bir Zamanlar Anadolu’da filminde iki taşralılığın içiçe geçtiği halin aslında en içteki olanı. En derindeki bir içe kaçma biçiminin tersi. (Tersinden okumacaya başladık. Bulmaca sorusu gibi oldu. Bakalım nereye çıkacağız?!) Ne demek mi?

Şu demek bence: Taşra dışarısı demektir. Merkezden uzak, unutulmuş, köhnemişlik gibi anlam çağrışımlarını da içinde barındıran bir sözcüktür taşra ki doğrudur. Ama sadece mekânsal uzam değildir sözü edilen. Aksine mekânın da çakıştığı ama sadece mekânla belirlenmeyen bir çıkışsızlık ve boyun eğiş biçimlerinin yeniden üretilmesidir. Issızlığın ve çıkışsızlığın itici güç olduğu, üstelik bu itici güçlerden de ne gam ki keyif alınan, arabesk bir çaresizlik içinde bunların ısıtılıp ısıtılıp yeniden yeniden yeniden yendiği bir ölümüne kısır döngüdür taşra/taşralılık.

Herkesin kendi küçük dertlerinden dışarısını, uzağı görememesidir. Üstelik kendini dev aynasında görmesidir, görmeye teşebbüs ettiğinde de, bir kollektif narsizm içinde her bir taşralının yek diğerinin dedikodusunu yapması ve kendi eciş bücüş doğrularını bütün insanlığın doğrularıymışçasına ha bire de bire birbirine dayatmasıdır, ittirmesidir, kanırttırmasıdır. Her bir konuşmanın monoloğa dönüşmesi ve herkesin sadece kendi sesini duymaktan hoşlanmasıdır.

“Taşra huzuru” gibi görünen şeyin derin bir huzursuzluk olmasıdır. Bununla yüzleşmekten kaçınıldığı ölçüde akıp giden hayatın zehirlenmesi, çürümesi, şişmesidir. En önemlisi bir yapamama, gidememe, değiştirememe, kendi kaderini eline alamama, kıstırılmışlık, bastırılmışlık ve bir boyun eğme halidir.

Tüm bunların karşısında ise kenttir, vaaddir, boyun eğmeme çağrısıdır Gezi. Dediğimiz gibi bu durum mekânsallıktan ötedir. Bir mücadele estetiğidir ve dedikoduları, kendi içine bakmaları, çıkışsızlıkları, içine göçmeleri yerle bir ederek, yan yana omuz omuza, korkularla yüzleşerek, ortak bir dilde buluşarak ileriye, umutlu olana, ışığa, birbirimizi onurlandırmaya, sevmeye, bölüşmeye, paylaşmaya doğru uzanmıştır.

Ve nihayet tüm bu farklı okumaları, düşünme biçimlerini Bir Zamanlar Anadolu filmiyle kışkırtan Nuri Bilge Ceylan’a teşekkürler. Kış Uykusu’nun Cannes Film Festivali’nde büyük ödülü alması ve Ceylan’ın yine ve hep sevdiğim, Yılmaz Güney selamıyla ödülünü ithafı, taşralılığa vurulan bir darbeymiş gibi geldi bana.

Tebrikler, tebrikler tebrikler Nuri Bilge Ceylan ve parktaki ceviz ağacı ve dallarında dinlenen gezici serçeler.