Renk dans...

“Hayatım boyunca sözcüklere onları ilk defa görüyormuşçasına baktım...” diyor Ernest Hemingway Yazmak Üzerine adlı kitabında. Heyecanlı okur olarak Hemingway'in yazma serüvenine tanıklık etmek, ondan dökülen incileri derlemek pek bir keyifli... Cümleleri istifliyorum, bunları sizlerle paylaşmak istiyorum. Kitabı okudukça bir ince sevinç sarıyor beni.

“Hak ve haksızlık anlayışı olmayan bir yazar roman yazacağına kalkıp özel çocukların gittiği bir okulun yıllığını düzenlesin daha iyi.”  de diyebiliyor.

Ya da

“Yazmak asla yapılabileceği kadar iyi yapılamayan bir şeydir. Sürekli meydan okumadır ve hayatımda yaptığım her şeyden daha zor. Bu yüzden yapıyorum ve iyi yapınca mutlu oluyorum.” diye de ekliyor.

Yazmanın meydan okumayla kardeşliği var. Tıpkı sabah kahvaltısının mutlulukla bir alakası olması gibi. (demiş Süreya)

Ama asıl beni dertlendiren başka bir şey. Hemingway'la yaptığımız tatlı söyleşinin coşkusunu, sevincini,  güneşini alıp giden, karartan, kanırttıran, solduran bir kitap. Bir roman.

Ayşegül Devecioğlu'nun üçüncü romanı 2015 basımı Ara Tonlar...  Önceki iki romanı da okumuştum. Hep içimde derin bir burukluk, kekre bir tat bıraktığını anımsıyorum. Okumalarımdan aklımda kalan bu. Bir eksiklik, bir tatminsizlik, bir kekemelik okura geçen, bunu anımsıyorum. Oysa Ara Tonlar'a açık seçik gönül koyuyorum. Darılıyorum yazarına. Niye gizleyeyim ki, hakikaten darılıyorum yani.

Bir süredir beni bıdır bıdır konuşturan solcular mı desem, devrimciler mi, sosyalistler mi neyse işte onların ağlak halleri, suçluluk hissiyle dolu mızırdanmaları, habire geçmiş özeleştirisi yapmaları, mık mık mık geçmişi didikleyip bulup çıkardıkları  geç kalmışlık hissi, kaybettirilmiş hayatlarına bir suçlu arama uğraşları, öfke hezeyanları, içe çökmüşlükleri, vazgeçişleri, kendilerine acımaları...

Hakikaten yetti gari.

Kısaca roman şöyle; Roman anlatıcısı  kadının adını bilmiyoruz. Editörlük yapıyor. Eski solcu demek olmaz, hala “yeni parti”ile göz teması içinde anladığım. 12 Eylül darbesi ertesinde ortadan kaybolan ve öldüğü sanılan Demir adlı yoldaşlarının yirmi yıl sonra çıkıp gelmesiyle toplaşan ve hesaplaşan bir eski yoldaşlar topluluğunun yaşadıkları yüzleşme ve hesaplaşma anlatılan. Yüzleşme ve hesaplaşma denilince bir epik hava oluşuyor sanki ya, romanda yok böyle bir şey. Aksine bir iç sıkıntısı atmosferi içinde ilerliyor roman. Epikteki gümbürtülü hava yerini basık, boğucu, sıkıcı ve sası bir ortama bırakıyor.

Aman iyi ki de geçti o günler, ruh haliyle geçmişe dair hatırlayışlar var.

“Eskiden, hala birbirleriyle konuşabiliyorken, ölümün yakalarını bırakmadığından söz ederlerdi ama enikonu kendini affetmemekti onlarınki. Ölenler herkesin yerine öldü ve yalnızca ölüler affedildi.”

Büyük suçluluk damla damla kaplıyor her yeri... Suçluluk gölcükleri içinde geçmişte yaşananlar hep bizim suçumuzdu iç geçirmesi ile boğulayazıyoruz. Adsız kadın anlatıcıya yönelik yirmi yıl öncesinin yoldaşlarınca yapılan suçlamaları; burjuva olması... “Tuzu kuru burjuva. Yani bugün var yarın yok demek. Davayı satar, ihanet eder demek.” İyi devrimci olamayacağı söyleniyor kökeni yüzünden. Sonra gelsin kadife pantalonlar ve erkek gömlekleri. Kışları kazak, bot, parka. Renkler lacivert, kahverenci haki...

Ah, hep kendine acıma, hep bir çilecilik, hep hayatlarımız çalındı sızıntıları mızırtıları alttan alta... Eskinin devrimcileri yeninin süper lüks villalarda gastronomiye merak salanları, reikicileri, boy boy dalmaçyalı köpek besleyenleri, en son model ciplerde arz-ı endam edenleri... Aldatıldık diyenleri. Biz yanlış anladık ağlayışları.

“Yeniden kurulacak, onarılacak bir şey kaldı mı ki... Kimsenin gücü yıkılan şeyi onarmaya yetmez...”

Demir'in Almanya'ya oradan Suriye'ye oradan dağlara yolculuğu. Belirsiz. Zaten kadın da anlamadı. Dağlarda çatışmaya girmesi, Şavşatlı Kimyacı gencin kucağında ölüşü, sonra Kürt gerillaların Demir'i kurtarması. Mağarada iyileştirilmesi. Yaşlı Kürt kadının bitkilerden merhemler sürmesi. 5 yaşındaki Baran çocuğun, yaşlı Kürt kadının mezrasının basılması ve gözleri oyularak öldürülmesi sonrasında Demir'e bağlanması.. Sonra Suriye'de  uluslar arası bilimum yardım örgütlerine destek olan Tilda ile Demir'in karşılaşması. Tilda'nın Demir'i ve çocuğu Fransa'ya götürmesi. Tilda'nın çok ama çok ama çok zengin ve güçlü bir kadın olması. Tilda ile evlenmesi. Başbakanlarla falan yemek yeyip yeyip durması... Yirmi yıl boyunca kimselere ben yaşıyorum diyememesi, kimseleri aramaması. Fransa'da kimselerle karşılaşmaması... İçinin bir gün dahi pır pır edip, ben buradayım, dememesi...

Anlaşılmaz geldi bana... Bütünlüğü, nedenselliği kuramadım. Sorularım havada kaldı... Sindirmekte zorlandım.  

Ama en ağırı da; en devrimci olan Serpil'in onca keskinliğinin nedeninin çocukken köyde amcasının oğlunun tacizine uğraması. Onun için, herkese sen burjuvasın diyerek bıçkınlık yapar imiş. Hep eleştiririz ya, Hitler'in manyaklığına bağlanan Nazi Almanyasını. Onun gibi alabildiğine psikolojist indirgemeci... (Sonunda ben de ingirgemeci sözünü cümle içinde kullanabildim) Olmamış. Hiç olmamış.

Yerimiz dar. Çok dar. Ama bir iki sıkıştıralım yine... Romandan:

“Nasıl mı? Mutsuz muydu? Hayır, daha çok içinde yaşayıp gittiği zaman koflaşmış çürümüş gibi geliyordu ona. Sanki üzüntünün, aşkın, mutluluğun, mutsuzluğun sınırlarına gelip dayanmıştı. Hayatı yeni bir duygu tatmadan böyle geçecekti; en kötüsü de için için razıydı bu gidişe...”

ve son

Metaforik renk konuşması ve karmaşası. .. Çok klişe. Ama yapmış Devecioğlu, hiç acımadan üstelik. Hiç...

“.. Canlı renklerden hoşlanmıyor muyduk? Ölüm her yerdeydi, devrim neferiydik ve sert ve ciddi renkleri yakıştırıyorduk kendimize. Lacivert, kahverengi, siyah, gri.. Aslında sonraları sık sık ana renklere tutkun olduğumuz düşündüm, ara tonlar kayboluyordu çünkü. Devrimden yana olanlar, devrime karşı olanlar, proleter devrimciler, burjuvalar, arada bir şey yok. Demek istediğim tek bir mavi, tek bir kırmızı, tek bir sarı, ama hayat ara tonlarla dolu. Onları gözden kaçırmadık mı sence?  Ana tonlara teslim olmak... “

Ne maviye ne kırmızıya acımış.

Ahh!