Yeniden kabul görmek uğruna

İşin geldiği nokta içler açısı. Kendisi açısından değil, temsil ettiği makam ve ülke bakımından. Doğu Avrupa ve Yakındoğu'nun "Beşir"i muamelesi görmeye başlayacaksın, bunun sonucu olarak da Batılı liderlerle buluşmaların artık ricalar, ödünler, bol sıfırlı kamu siparişleri üzerinden kurulmaya başlanacak, temaslarda artık kapalı kapılar ardında bile değil aleni basın toplantılarında insan hakları ve hukuk devleti ayarlarını/eleştirilerini sineye çekeceksin, ama içeriye sattığın algı "vurduk mu oturturuz" olacak! (Hürriyet'in 7 Ocak Pazar günkü manşeti).

Fransa Cumhurbaşkanı'nın üst perdeden, üslubu yumuşak ama içeriği sert, Türkiye'deki baskıcı uygulamalar bakımından çoğunlukla haklı saptamalar içeren sözlerine, izlediğimiz kadarıyla basın toplantısı sürecinde doğrudan yanıt veremeyen, sadece "bizde de yargı bağımsızdır" gibi cılız ve inandırıcılığı olmayan bir karşılıkla yetinen, ama buradaki aczin acısını soru soran gazetecilerden (Kavala sorusu ile Suriye'de teröristlere silah yardımı yapıldığı sorusu üzerine) çıkaran ve bunu da iç tüketime bir "meydan okuma" edasıyla sunan bir konuma gerilemiştir Türkiye'nin en üst düzey dış siyaseti.

Üstelik, Macron, AB ile müzakere sürecinin sürdürülmesinin ve yeni müzakere başlıkları açılmasının Türkiye'deki OHAL şartları ve hukuk devletine aykırılıklar sürerken söz konusu bile olamayacağını, bu konuda ikiyüzlülüklerin terkedilmesi gerektiğini, artık tam üyelik değil de belki bir işbirliği / bir ortaklık çerçevesinde çalışılabileceğini yani Türkiye'yi Avrupa'dan tamamen dışlamadan limanlarında demirli tutmaya gayret göstereceklerini ima ediyordu. Bunun karşılığı ise artık aşınmış bir "Ne olur artık bizi de alıverin diyecek halimiz yok"tan öteye gidemiyordu.

Fransa, herhangi bir ödün vermeden ekonomik ve askeri bakımdan yeni avantajlar elde etti, Suriye konusunda Astana ve Soçi'yi önemsizleştirerek Türkiye'ninkinden bile geri ve ABD yanlısı duruşunu korudu, Suriyeli göçmenler konusunda herhangi bir yeni angajmana girmediği gibi Türkiye üzerinden IŞİD üyelerinin ülkesine giriş yapmasını önleme konusunda Türkiye'nin desteğini teyit etmiş oldu.

Türkiye Cumhurbaşkanı ise, Batı Avrupa'da kendisini en üst düzeyde ağırlayacak önemli bir liderle temas kurarak Batı'daki yalnızlığını kırmak, Rusya'dan alacağı S-400 sisteminin NATO'da başını ağrıtacak olmasına karşı yeni bir dengeleme hamlesini (Eurosam sözleşmesini) gerçekleştirmek istiyordu, ki bu da Fransa'nın arayıp da bulamayacağı bir fırsattı. (Fransa-İtalyan ortaklığı EUROSAM ile Uzun Menzilli Bölge Hava ve Füze Savunma Sistemi'nin Türkiye'ye ne ölçüde teknoloji transferini içereceği ayrı bir meseledir.)

Fransa'ya verilen ödünler karşılığında acaba örneğin Renault'nun Clio modelinin Bursa'da üretilmesi konusunda bir talep iletilmiş midir? Verilen ödünleri karşılayabileceğinden veya bu tür bir bağımlı modeli savunduğumuzdan değil, ama hiç olmazsa içerde daha fazla istihdam ve katma değer üretimine katkı sağlamaya mı yoksa örneğin Fransa'da imam sayısının azaltılmasına tepki verip, Strasbourg İlahiyat Fakültesinden mezun olanlara karşılıklı denklik verilmesini ve Fransa'daki imam açığının böyle kapatılmasını öneren anlayışa mı öncelik verildiğini anlamak açısından.

Bu arada kendi ülkesinde zeytinyağı üretiminde arz fazlası olup ihracat pazarları aranırken Tunus zeytinyağına ithalat sözü vermek veya kendi hayvancılık sektörünü umursamadan Fransa'dan 5.700 ton et ihlalatına angaje olmak, THY bazı uçuşlarını iptal edip uçaklarının bir kısımını hangara çekerken, İstanbul birçok uluslararası havacılık şirketinin destinasyonundan çıkarılırken ABD'den 40 Boeing, Fransa'dan 25 Airbus alımı için bol keseden ithalat bağlantıları yapmak, böylece Türkiye'yi Batı'nın gözünde adeta bir Ortadoğu krallığı "cömertliğine" yaklaştırmak, nasıl bir yalnızlığı aşmak stratejisidir acaba? Petrol zengini ülkelerle aşık atmak da nasıl bir şeydir ki, Türkiye gibi çok ciddi dış açıklar veren, bu nedenle el parasıyla yaşayıp milli gelirinin yarısını aşan dış borç stokuna ulaşan, bütçede gösterilmeyen yükümlülüklerle birlikte önemli iç açıklar da vermeye başlayan, böylece koşar adım geleceğini ipotek eden bir ülkede böyle bir şeye kalkışılabilsin?

***

Ekonomik önemi ve bölgedeki stratejik konumu dolayısıyla Türkiye'nin gözden kolayca çıkarılır bir ülke olmadığı açıktır. Buna güvenen siyasal İslamcı kadrolar, Türkiye'nin ve halkının kısa ve uzun vadeli çıkarlarını haraç mezat kullanarak, dış politika fiyaskolarını perdelemek ve büyük güçler arasında denge dansları yaparak kendi iktidarlarını pekiştirmek derdindedirler. Çünkü kendi iktidarlarının gözden çıkarılmasının mümkün (ve artık arzulanan) bir mesele olduğunun farkındadırlar. Dışta ödünler siyaseti bunun yansımasıdır.

Normalde bir tükenişin resmidir bu. Eğer, şimdilik, tükenişin bütün sonuçları ortaya çıkamıyorsa, halk kendisini de tüketenlere son darbeyi vurmakta gecikiyorsa, bu, dini de kullanan, bir örgütlenmiş yalanlar düzeni sayesindedir. Nazım Hikmet 1949'da "Ellerinize ve Yalana Dair" şiirinde bunu zaten özetlemiş:

(...)

"İnsanlarım, ah, benim insanlarım,

antenler yalan söylüyorsa,

yalan söylüyorsa rotatifler,

kitaplar yalan söylüyorsa,

duvarda afiş, sütunda ilan yalan söylüyorsa,

(...)

elleriniz isyan etmesin diyedir.

Ve zaten bu kadar az misafir kaldığımız

bu ölümlü, bu yaşanası dünyada

bu bezirgan saltanatı,

bu zulüm bitmesin diyedir."

***

Celal Özcan'ı bir akciğer bağışı bulamadığımız için 5 Ocak Cuma günü yitirdik. Onu yaşatmak için seferber olanlara teşekkür ederim. Celal için açtığımız kampanya, sonuçta birçok hastanın organ bulmasına yol açtığı ve belki de bağış konusunda zihinleri biraz berraklaştırdığı için boşa gitmiş de sayılmaz.

Bu vesileyle, iki konuya dikkati çekmek isterim: Türkiye'de sağlığında organlarını bağışlayanlar bile bedenleri hakkında karar veremiyorlar çünkü ölümlerinde (veya beyin ölümleri halinde) bu karar ailenin onayına bırakılıyor. Bunun mutlaka yasal düzlemde değişmesi, aile onayının kaldırılması gerekiyor. İkincisi, organ bağışlarını belirli ölçüde teşvik edecek düzenlemelere gereksinim var. Kuşkusuz bunlar için, öldükten sonra organ bağışının "beden bütünlüğünün bozulmasına yol açtığı için dinen sakıncalı" olduğuna dönük safsatayla başa çıkılabilmesi gerekecek. AKP iktidarı ve bugünkü Diyanet örgütlenmesi altında işin en zor kısmı da herhalde bu.