Geri kabul tuzağı

19 Aralık 2013 tarihli soL’da AB tiyatrosunun üçüncü perdesinin Geri Kabul Anlaşması (GKA) olduğunu işlemiştim. Anlaşma 16 Aralık 2013’te AKP Hükümetince imzalanmış, sıra TBMM onayına gelmişti. Geçen hafta AB Uyum Komisyonu’nda tartışma fırsatı bulduk.

3 Şubat Pazartesi günkü soL’da da konu genişçe tartışıldı. Ben 19 Aralık’ta şunları söylemiştim: “Dışta ve içte şiddetli bir itibar erozyonuna uğrayan Erdoğan ve Hükümeti, Cemaat ile de koalisyonunu sürdüremez duruma düşer. Bu olumsuz koşullarda, 18 ayda üç seçimle kendi kaderinin oylanacağı bir siyasi maratonun eşiğine gelir. Bu, AKP gibi iktidara gelişi ve iktidarda kalışı çeşitli icazetlere dayalı bir bağımlı iktidar biçimi için yeni ödünlere teşne bir konjonktürün oluşması demektir. Batı’nın ve AB’nin bu fırsatı gözden kaçırması beklenemez. Geri Kabul Anlaşması bu ödünlerin şimdilik imzaya bağlanmış en yeni örneğidir. “Vizesiz AB” havucuyla sunulan bu “geri kabul” belası, GB düzenlemesinde olduğu gibi AB’nin Türkiye’ye kurduğu bir tuzaktır. Seçimleri sağ salim atlatmak için sahte başarı hikayelerine ihtiyaç duyan AKP de kendi toplumuna tuzak kurmaktadır: Zamanı ve kapsamı belli olmayan bir vizesiz dolaşım hikayesi üzerinden seçimlerde sahte umutlar pompalama hesabı yapmaktadır. Oysa bu anlaşma, tıpkı GB gibi, Türkiye’nin ikinci sınıf statüye razı olması anlamındadır. İnsan haklarına aykırılığı bir yana, Türkiye, böylece, Avrupa’nın tarihsel ve güncel sömürü sisteminin beşeri atıklarının hicret alanı yapılmak istenmektedir.”

Neler eklenebilir? Bir kere, GKA derhal imzalanır ve tüm hazırlıklar başlatılırken, vize serbestisi için sadece diyalog başlatılmaktadır ve sonuçlandırılması AB inisiyatifine bırakılmaktadır. Kaldı ki AB tarafı “vize muafiyeti” yerine “vizede işbirliği” gibi çok muğlak bir ifadeyi seçerken, olası kaçış yollarını açık tutmaktadır.

İkincisi, kendi vatandaşlarını geri kabul yükümlülükleri (Madde 3) bağlamında Türkiye, bir AB ülkesine legal koşullarda giren, ikamet eden ve çalışan ancak bu koşulları artık sağlamadığı farkedilen vatandaşlarını geri kabul etme yükümlülüğü altına girmektedir. Böylece vatandaşlarının (ve aile bireylerinin) kazanılmış haklarının bir çırpıda ellerinden alınmasına göz yummaktadır. Aynı durum, Türkiye’den transit geçerken uygun kabul koşullarını taşıyan ama AB ülkelerindeki legal konumlarını artık sağlayamayan üçüncü ülke vatandaşları veya vatansız kişiler için dahi geçerli olmaktadır! (Madde 4). Bu tavizler, Türkiye tarafının müzakerelerde ne kadar zavallı ve herşeyi kabul etmeye hazır bir konumda olduğunu göstermektedir.

Merkezi AB ülkeleri, kriz koşullarında kamu harcamalarını sınırlamak için bugünlerde AB’nin çevre ülkeleri vatandaşlarına dahi kendi sosyal sigorta sistemlerini kapama/sınırlama çabası içindedir. TC vatandaşlarını geri gönderme çabaları arkasında hem yükselen işsizlik hem de yükselen sosyal güvenlik sistemi maliyetleri bulunmaktadır.

Anlaşma metnindeki “karşılıklılık” ise sözdedir Türkiye’de izinsiz ikamet eden AB vatandaşlarının da ilgili AB ülkesine geri kabulünü öngören madde (m.5), tarafların üstlendikleri yükümlülükleri kesinlikle dengeli duruma getirmemektedir.

GKA’nın Türkiye açısından ortaya çıkaracağı maliyetlerin tahmini dökümü dahi TBMM’ne sunulmazken, dolaylı ekonomik-toplumsal maliyetlerinin sözü bile edilmemektedir. Türkiye’de sayıları hızla çoğalacak Geri Kabul Merkezleri’ndeki mültecilerin emek süreçleri üzerindeki bozucu etkileri (asgari ücretin altında ve kayıtsız çalıştırılma, sosyal güvenlik sistemine karşılıksız ek maliyetler yükleme gibi) hesaba bile katılmamaktadır (veya belki de ucuz emek politikasının gizli bir düzenleyicisi olarak öngörülmektedir).

“Geri kabul” mekanizması için fiziki, hukuki ve kurumsal altyapısı, insan hakları standartları ve sosyal devlet programları hiçbir şekilde hazır olmayan Türkiye, bu Anlaşmayla AB›nin kendi şatosu etrafına ördüğü su hendeği rolünü oynayacaktır. Türkiye›nin taraf olduğu BM Temel İnsan Hakları Sözleşmeleri açısından, BM Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Sözleşme bakımından, bu rol Türkiye›nin uluslararası itibarına yeni hasarlar verecektir. En ağır maliyeti ise, hak ihlalleri açısından en korunaksız, savunmasız topluluk olan göçmenler ödeyecektir. Suriyeli mültecilerin konumuyla ilgili yaşanan olumsuz duruma bakarak, sadece kısa vadeli iç politik kazanımlar elde etmek uğruna bu defa AB ülkeleri üzerinden geri gönderilecek göç dalgalarının hedef ülkesi konumunu kabullenmenin, vahim bir siyasi sorumsuzluk olduğu açıktır.