Devlet manavlık yapar mı?

Başlıktaki soru Özal dönemi ve sonrası  özelleştirmeci sağ iktidarların klişilerinden biriydi. Sadece manavlık değil, sütçülük, kasaplık, marketçilik yapar mı diye uzatılıyordu. Bu bir klişeden fazlasıydı; özelleştirmenin gerekçelerinden biriydi. Hatta, toplumun kendi aleyhine olacak bir özelleştirmeler zincirine ikna edilmesinin ideolojik saldırı silahıydı; alaycılığı da içerdiği için toplumda belli bir alıcısı  da oluşmuştu.

Böylece örneğin Süt Endüstisi Kurumu (SEK), Et ve Balık Kurumu (EBK), tüm değerli taşınmazlarıyla birlikte yağmalanırken, ne üretici kesimlerden, ne işçi sendikalarından, ne de tüketicilerden yeterli/örgütsel tepki verilmemişti. Oysa bu kuruluşlar, kendi sektörlerindeki satışların yüzde 10 civarındaki bir bölümüyle sınırlı kalsa bile et ve süt fiyatlarının üretici ve tüketici lehine istikrar kazanmasında etkili olabiliyorlardı. Tabii bunun anlamı, bu alanlardaki özel girişimci ve tüccarın kârlarının da -daha aşağılarda- "istikrar" kazanmasıydı. Sermayenin iktidarı gereğini yapmakta gecikmedi.

Tarımsal KİT'lerdeki özelleştirmeler bu küçük sayılabilecek KİT'lerle sınırlı değildi kuşkusuz. 2000'de uygulanmaya başlayan ve AKP'nin büyük bir sadakatle sürdürdüğü IMF/DB'nın Tarımda Reform Uygulama Programı (TRUP), bütün tarımsal KİT'lerin hızla özelleştirilmeleri talimatını vermekteydi. Tarımsal girdilerden en önemlisi olan gübreyi üreten TÜGSAŞ ve İGSAŞ ile hayvancılığın en önemli girdileri üreten Yem Fabrikaları ve Şeker Fabrikaları, tohum ve damızlıkta önemli rolü olan TİGEM'ler böylece özelleştirme topunun ağzına yerleştirilmişlerdi. Destekleme alımı yapan TEKEL'in, Şeker Fabrikalarının, sonu getirildi, Tarım Satış Kooperatifi Birliklerinin ve TMO'nin işlevleri daraltıldı.

İç pazarı korumada önemli bir işlevi olan tarımsal KİT'ler, yabancı gıda ve girdi  tekellerinin nesnel anlamda işbirlikçisi yerli iktidarlar eliyle tasfiye edilince, Türkiye piyasası ulus-ötesi şirketlerin (UÖŞ) av alanına dönüşüverdi. Özelleştirmelerin yüzde 90'undan sorumlu olan "yerli ve milli" AKP iktidarının iç pazarın  UÖŞ'ye altın tepsi içinde sunulmasında özel bir gayreti olduğunun altını da çizmek gerekir.

Bugün çok yüksek girdi fiyatları nedeniyle tarımda üreticilik yapmanın çok güçleşmesi, 30 milyon dönüm alanın üretim dışına çıkması, 3 milyon istihdam kaybına uğranılması, Türkiye'nin tarımsal dış ticarette net ithalatçı konumuna gerilemesi, iddialı olunan yaş meyve ve sebze gibi işlenmemiş tarımsal ürünlerde bile son aylarda görüldüğü üzere önemli arz açıklarıyla karşılaşılması, esas itibariyle İMF+DB+AKP koalisyonunun marifetidir. Şimdi kalkıp "gıda terörü var" diyerek kendi sorumluluğunu marketlere, aracılara (onlar AKP öncesinde de vardı) bindirmeye çalışması hem bir çaresizliğin dışa vurumu hem de saldırgan bir "pişkinlik sanatı" icrasıdır.

***

Türkiye'de Tanzim Satış Mağazaları uygulaması, kuruluşu 1970'lere giden bir girişimdir. TANSAŞ adını alan girişim, halka ucuz ve kaliteli gıda ürünlerinin pazarlanması amacıyla CHP'li İzmir Belediye Başkanı İhsan Alyanak'ın çabalarıyla başlatılmıştı. Daha sonraki belediye başkanları da bu girişimi genişleterek sürdürmüştü. Yüksel Çakmur (1989-1994) bu girişimi tüm Ege'ye yayılan bir süpermarket zincirine dönüştürmüştü. Tabii olayın çapı büyüdükçe piyasanın mantığı egemen olmaya başlamıştı ama gene de süt ürünlerinde Tansaş piyasanın altında kalmayı başarıyordu. Giderek Türkiye'ye yayılan Tansaş'ta artık Migros'vari bir yapılanma ortaya çıkmaya başlamıştı. Nitekim zaten TANSAŞ 2011'de Migros tarafından yutulacaktı. (Tansaş Genel Müdürlüğü yapan Ahmet Priştina daha sonra KİPA'nın kuruluşunda ve yönetiminde bulunacaktır. Ancak daha sonra hem Migros hem de Kipa yabancı perakende zincirlerine satılacak, en sonunda Migros markası Kipa'yı da yutacaktır). Bu dönemde devletin bir başka perakende mağazacılık deneyimi, giyim ve ev eşyası alanında kurulan ve sermayesinin yarısına TSKB'lerin ortak edildiği GİMA mağazaları olmuş, ancak GİMA da özelleştirme rüzgarından kurtulamamıştır.

Gelelim bugüne ve AKP'de bir çaresizlik sendromu olarak depreşen tanzim satış noktaları kurma merakına. Tanzim satış noktaları AKP'nin tek "devletçi" fikri de değil üstelik. Arkası gelmeyecek türden kuru sıkı bir atış da olsa, "devlet gerekirse sera da kurar" diyerek, üretim alanına dahi adım atma hevesleri sergileyebiliyor. Bu heveslerin siyasi partisi, Türkiye'deki özelleştirme uygulamalarının yüzde 90'ından fazlasından sorumluyken, savunma sanayiinin önemli bir uygulama alanı olan Tank-Palet fabrikasını bile bugünlerde şaibeli bir özelleştirmeye konu yapmak üzereyken, üstelik Kamu-Özel İşbirlikleri üzerinden nerede duracağı belli olmayan bir "özel sermayeye hizmet" sayfası açılmışken, insan ister istemez bu işin aslını sorgulamak istiyor.

İşin arkasında AKP gündeminin iki gerçekliği var. Birincisi, Ocak 2019'da gıda enflasyonunun aylıkta yüzde 6,43, yıllıkta yüzde 30,97 olmasının, üstelik Ocak'ta birçok sebzede (yani tamamen yerli üründe) yüzde yüze varan (veya aşan) artışlar olmasının iktidarı panikletici etkileri; ikincisi, seçimlere artık iki aydan az bir zaman kalmışken hem bir şeyler yapıyor görüntüsü verme ihtiyacı hem de -fırsattan istifade- "gıda terörü" gibi soyut bir hedef üzerinden bir komplo iddiasını pişirerek sorumluluğun zerresini üstlenmeme stratejisi.

İşin ikinci yönü itibariyle aslında seçimlere kadar sıcak tutulacak bir "spekülatörlerle sıkı mücadele ediyoruz" imgesi yaratılmak isteniyor. Buraya, "gerekirse ithal eder, iç piyasayı terbiye ederiz" gibi standartlaşmış klişeler de eklenebilir. Sonbahardaki "enflasyonla topyekün mücadele" gösterisinin kapsamında yüzde 10 indirim kampanyası olsun, Ocak ayında marketleri suçlu ilan etmek olsun hepsi bu bütünün parçaları. Bu bakımdan işin bir yönü seçimlere endeksli; 1 Nisan'dan sonrası o kadar önemsenmeyebilir.

Ancak belki de önemsenmek zorunda. Çünkü gıda fiyatlarında -dünyadaki eğilimlerin tam tersine- hızlı bir fiyat artışı yaşanan Türkiye'de bu tablonun 1 Nisan'dan sonra sürdürülmesi de sorunlu. Çünkü temel gıda ürünleri, ücret mallarının önemli bir bölümünü oluşturuyor. Dolayısıyla emek-sermaye arasındaki bölüşüm ilişkilerinin önemli bir değişkeni rolünü oynuyor. Ücret mallarındaki fiyat artışı üstelik tarımla da sınırlı değil; çok daha geniş bir ürün yelpazesini ilgilendiriyor.

Dolayısıyla konu, seçime iki ay kala halkın hoşnutsuzluğunun zirve yapması meselesini aşıyor. Ücretlere, emekli aylıklarına zam taleplerinin gündemden düşmemesine, sermayenin ve siyasi iktidarın karşılamakta zorlanacağı diğer toplumsal taleplerin de bunlara eklenmesine, böylece siyasi iktidarın meşruiyet üretiminin de sekteye uğramasına yol açabilecek potansiyeller taşıyor.