Duvarların dili vardır, konuşurlar

Geçen yazıda kente dair kolektif belleğimizi incelemeye başlamıştık. Vurguladığımız noktalardan biri anıların zaman ve mekân şeklinde iki boyutlu olduğu; kentli belleğe kolektif nitelik kazandıran başlıca unsurun da kentin milyonlarca insanın mekânsal ortaklaşmasına dayanması ve bunu dayatması olduğuydu. Gerçekten, kişisel düzeyde dahi insanın anılarına bütünsellik kazandıran en önemli faktör mekândır. Başımızdan geçmiş olayların tarihini ya da o sırada yanımızda olan insanları yanlış hatırlayabiliriz; ama mekân çok nadiren yanlış hatırlanır ve uyandırdığı hislerle birlikte tüm anılara arka plan sağlar*.

Kent, insanları okul, iş ve sosyal yaşantı mekânlarında bir araya getirir ve anılarını ortaklaştırır ancak onları bunun ötesinde örgütlemez. Geçen haftaki benzetmeden devam edersek; insanlar bir yapbozun parçaları ise kent onların içine konduğu kutudur. Kapağında parçaların oluşturacağı resim vardır ama o parçalar kendiliğinden bir araya gelmez. Örgütlenmek ve örgütlü davranmak, bilinçli bir karardır. Yine de, mekânın sağladığı kendiliğinden biraradalığın barındırdığı örgütlenme potansiyeli egemenler açısından endişe vericidir. Bu nedenle üniversite yerleşkeleri, sanayi siteleri gibi insanlara ortak bir bellek kazandıracak mekânları olabildiğince kentin çeperlerine atmaya çalışırlar. Bunun tersi de doğrudur. Ezilenlerin isyanı gerçek bir toplumsal ayaklanmaya dönüştüğü ölçüde kent merkezlerine yönelir ve bu merkezleri zapt edebildiği ölçüde başarıya ulaşır.

Bunun sebebi mekânın ideolojik karakteridir. Kent büyüdükçe ve tarihsellik kazandıkça, içindeki kimi mekânlar da gerek varlık amaçları, gerekse insanların onlara yüklediği işlevden beslenerek bir ideolojik merkez niteliği kazanırlar. İdeolojiler, içlerindeki insanlarla birlikte yarı-canlı organizmalara dönüşen bu anıtsal mekânlarda cisimleşir ve topluma salgılanır. Kente dair kolektif bellek böyle oluşur. Bu yüzden kentlerde siyasi mücadele bu mekânlarda hâkimiyet kurma mücadelesidir; çünkü buralara hâkim olan, toplumsal belleğe de hâkim olur. Dinci gericiliğin iktidar yürüyüşü İstanbul ve Ankara büyükşehir belediyelerini ele geçirmesiyle başladı ve burada meselenin sadece emlak rantı olduğunu düşünenler ziyadesiyle yanılıyor.

Güncel bir örnekle devam edelim: Taksim Meydanı ve İstiklal Caddesi İstanbul’un da, Türkiye’nin de batıya açılan kapısıdır. Bölge Bizans yıllarında dahi Avrupalıların mahallesidir. Osmanlı’dan bu yana tüm Düvel-i Muazzama konsolosluklarına (yakın tarihte İstinye’de bir sömürge karargâhı kuran ABD’ninki hariç) ev sahipliği yapar, vakıflardan kolejlere çok belirgin bir gayrimüslim karakteri vardır ve dünyanın kültür-sanat merkezi nasıl Avrupa’ysa İstanbul’da da bu işlevi Beyoğlu üstlenmiştir. Taşra kafalı AKP gericiliği bu yüzden Beyoğlu’nu Sultanahmetleştirmeye çalışıyor. Bu yüzden diktatörün bekçi köpekleri AKM’ye kanlı, çamurlu postallarıyla girdiler ve çıkmıyor, çürüyüp yıkılması için başında nöbet bekliyorlar. Bu yüzden Gezi Parkı’na Osmanlı kışlası, meydana cami yapmaya çalışıyorlar. Bu yüzden dünyanın en görgüsüz, en kültürsüz, en kaba saba turist profilini İstiklal Caddesi’ne doluşturup bütün caddeyi bu kendileri şortlu, karısı çarşaflı barbarlara hizmet edecek koca bir AVM’ye dönüştürdüler.

Dertleri sadece rant değil, aynı zamanda tarihle olan bağlarımızı kopartmak. Beyoğlu’nun dinci gerici ideolojiye kazanılması onlarca yıl alır. O kadar vakitleri olmadığı için kısa vadede amaçları kazanmak değil, tahrip etmek. Bir mekan olarak Beyoğlu’nun ve aynı anlama gelmek üzere Gezi Parkı’ndaki ilk öpüşmemizin, İstiklal’de yaşımız tutmadan girdiğimiz barda içtiğimiz ilk biranın, AKM’de izlediğimiz ilk Shakespeare’in, dinlediğimiz ilk Beethoven’in üzerinde tepinmeye çalışıyorlar.

(Ve dertleri tabii ki aynı zamanda rant, çünkü rant yıkıp yeniden yapmaya dayanır ve bu “yaratıcı yıkım” hafızayı resetler. Yani bellek yıkımı ve tarihsizlik rantiye sermaye düzeninin fıtratında var.)

Beyoğlu bir örnek, ama onlarcası daha verilebilir: Ortaköy Meydanı, İstanbul Üniversitesi Beyazıt Yerleşkesi, ODTÜ Yerleşkesi, Galata Kulesi ve Meydanı… İstisnasız hepsi kuşatılmış durumda çünkü hepsi bizim mekânlarımız. Bu ülkenin aydınlıktan yana insanlarının kolektif kent belleği buralarda oluştu ve gericiler bizi ortaklaştıran bu en önemli unsuru; sadece binaları, meydanları değil, bizi insanlığa bağlayan anıları, kişiliğimizin yapıtaşlarını yok etmeye uğraşıyor.

Bu saldırıyı püskürtmek ve kaybettiğimiz mevzileri kazanmak zorundayız. Bunu yaparken de karşımızdaki barbar sürüsünün basbayağı düşmanımız olduğunu asla unutmamamız gerekiyor. Haziran Direnişi’ne giden yolda Taksim Dayanışması içindeki liberaller “Taksim bizim” sloganına “kimseyi dışlayamayız, Taksim hepimizin demeliyiz” gibi yenilgiyi peşinen kabul eden bir pozisyondan karşı çıkmışlardı. Bu titrekliği kenara koymalı ve açıkça söylemeliyiz: Aydınlanma mekânları gericilerin değil bizimdir.

Haftaya, bu mücadelenin nasıl kurgulanabileceğini tartışmaya devam edeceğiz.


* Gelin bir deneme yapalım, şu vals size ne çağırıştırıyor? Soundtrack’inde yer aldığı Theo Angelopoulos’un Arıcı filmini mi, konusu itibariyle düğünleri mi, yoksa İstiklal Caddesi’ni mi?

[email protected]
@nevzatevrimonal
www.facebook.com/nevzatevrimonal