‘Ben çok iyi nefret ederim’

Ergenlik yıllarında ne zaman bir evde toplansak şişe çevirmece oynardık. Ufak tefek flörtlere bahane olsundan ziyade, oluşmakta olan kişiliklerimizi karşılaştırmak için; zira “öteki”ni tanıdıkça kendimizi de biraz daha tanıyor ve anlamlandırıyorduk. Yine bir Cuma akşamı bir doğum günü vesilesiyle toplanmış ve lise üniformalarımızla halıda halka biçiminde oturmuştuk. Bazılarımız birbirini ilk kez görüyordu ve ben o ilk kez gördüğüm insanlardan birine “hiç birini öldürmeyi istedin mi?” diye sormuştum. İsmini, hatta yüzünü dahi hatırlamıyorum, ama cevabını asla unutmayacağım: “Ben kimseye zarar veremem” demişti, “ama çok iyi nefret ederim.”

Çerçeveletip assak yeridir. Halimiz budur.

Vicdanlı ve eğitimli insanlar olarak, şaşırtıcı boyutlara ulaşan cahillik, bencillik ve bağnazlık ile doğayı ve kamu yararını hiçe sayan gözü dönmüş kâr hırsı karşısında alaycı, aşağılayan ve insanlığın yaşanan tüm kötülüklere müstahak olduğunu savunan bir tavır geliştiriyor; kendimizi de eylemsizliğimizi delil gösterip temize çıkartıyoruz. Bireysel gelişkinlikten kaynaklı güçlü egolarımız, fakat örgütsüz-eylemsiz olduğumuz için zayıf toplumsal bağlarımız var ve pek kıymetli narin kişiliklerimizi bu “bataklıktaki nilüfer” tavrıyla korumaya çalışıyoruz. Kaybettiği meydan muharebesinin ardından, esir düşerken kılıcını düşmana sunan bir 19. yüzyıl komutanı kadar mağruruz. “Sen kazandın ama ben haklıydım” diyor; birer uygarlık nişanesi olarak aklımıza kazıdığımız Haziran Direnişi anılarımızla, Uruguay sürgünü hayalleri eşliğinde, kapısından içeri kürekle Lustral atılacak bir ev hapsine razı oluyoruz. Kapı üstümüze kapanmadan son sözümüz de “bir bok olmaz bu ülkeden” oluyor.

“Haksızdık” diyecek hale gelmiş olsaydık tam anlamıyla yenilmiş olacaktık. Umutkıranların amacı buydu ve neyse ki başaramadılar. Bizi biz yapan ilerici değerlere sırt çevirmemizi, cahillik ve lümpenlik karşısında hissettiğimiz bulantıyı elitizm zannedip utançla bastırmamızı sağlayamadılar. Ama narsisizm ve depresyon birbirini besler. Eğer bir kez daha kendimizi içine kapattığımız kristal fanusun bizi AKP’nin barbarlıklarından koruyacağını zannedersek, bu kez o fanusun içinde kendimizle konuşup kendimize hak vere vere deliririz.

Oysa 60 yazı önce tartışmaya “aklımızdan başka kaybedecek bir şeyimiz yok” diye başlamıştık.

Bir tahlilimiz yanlıştı. Diktatörün götünün kılı olmakla övünenlerin özgüveni cehaletlerinden gelmiyor; kendilerini iktidar sahibi görmelerinden geliyor. Bu bir sanrı. Aslında oy verdikleri çete iktidarın nimetlerinin zerresini dahi onlarla paylaşmıyor ama bunun bir önemi yok; çünkü iktidar hissi varoluşu anlamlı kılıyor. Şaşırtıcı ancak bu durum Cumhuriyet Mitingleri’nin asıl kitlesini oluşturmayan ama coşkularıyla fotoğraf kadrajlarını dolduran “laikçi teyzeler”de de hâlâ var. İdeolojileri öldü, ölüsünün üzerine Sözcü örtüldü, yine de kabir hayallerinde kendilerini nüktedan serseri Yılmaz Özdil ve yakışıklı beyefendi Uğur Dündar’ın koluna girmiş halde, ülkenin tek gerçek sahipleri olarak görüyorlar. Bu sahte özgüvenin verdiği iyimserlikle sandığa gittiler ve kendi bakış açılarına göre hezimete uğradıklarında dahi onlar için bir şey değişmedi. Çünkü özgüvenlerinin kaynağında ilelebet payidar kalacağı müjdelenmiş bir nostalji var ve dünya yansa anılar kalır. Biraz endişeleri varsa, bugün Anıtkabir’de yapılacak eylemde hepsini unuturlar.

Bizim ise tekrar özgüven kazanmaya ihtiyacımız var; ancak bunu bir reis veya seroka dayandırmak için fazla sorgulayıcı, nostaljiye dayandırmak için ise daha genciz. Hem zaten daha önce doymadıysa da herhalde 1 Kasım itibariyle sahte umutlara karnımız doymuştur.

O zaman, Ne Yapmalı?

Varoluşsal uyumsuzluğumuz, hayat ile hayatımız arasında hissettiğimiz bağlantı zayıflığı depresyonumuzun da, bulantımızın da sebebi; ancak bu ikisi aynı şey değil. Bulantımız, kusup rahatlayamadığımız ölçüde depresyonumuzu besliyor; ama çarenin ne olduğunu eve sarhoş gelip yatağa yattığımız ve dünya dönüyor olduğu için sızamadığımız gecelerden biliyoruz. Çare kendimize, belki başta sevimsiz gelen ama kendiliğinden aşamadığımız sınırlarımızı aşmamızı sağlayan bilinçli bir müdahalede bulunmaktan geçiyor.

Aşamadığımız, ilkellik karşısında hissettiğimiz “iyi nefreti” örgütlü eyleme dönüştürme sınırı; aştığımızda açığa çıkacak enerji ise ne sandığa sığar, ne baraj dinler.

[email protected]
@nevzatevrimonal
www.facebook.com/nevzatevrimonal