Liberal sol ve aklın istikrarsızlığı

Kendilerini sosyalist hatta devrimci olarak niteleyen kimi tipleri de içeren bir grup “entelektüel”, AKP hükümeti kurulduğundan bu yana, AKP’ye muhalefet eden hemen tüm sosyalist hareketi, düzenin kendilerin sunduğu televizyon ve medya olanaklarından sonuna kadar yararlanarak “ulusalcı” olmakla suçluyor[1]. Bu suçlama, referandumdan sonra kısa sürede, önceleri yalnızca ima ettiğini, açıkça dile getirerek, Faşist nitelemesine dönüştü.

Faşist nitelemesinin, Faşizme karşı yürüttüğü uzlaşmaz mücadelesinde, ardından askeri rejimlerin elinde, büyük kayıplar vermiş bir harekete yöneltiliyor olmasından dolayı ağır, ama bir o kadar da absürt bir hakaret olmaktan öte, pek bir teorik anlamı yok. Ama bir sistemi terk etmiş, bir başkasına geçmek, yeni bir sadakat edinmek cesaretini kendinde bulamamış bir aklın, yaşadığı bir istikrasızlığın patolojik ürünü (semptomu) olarak, bu hakaretin yakından bakmaya değer bir yanı da yok değil. Dahası, bu aklın istikrarsızlığına yakından bakarken, çok iyi bildik kimi konulara bir kez daha değinme olasılığı da bulabiliriz.

Kaybolan bir kavramın peşinde…
Sosyalist harekete, geleneğinden, öldürülmüş önderlerine kadar uzanan ısrarlı bir karalama kampanyasıyla saldıran bu kesimlerin tutumunu, insana ister istemez histerili hastaları anımsatıyor. Bu tipler sosyalist hareketin içinde kendilerine etkin bir yer bulmak ve buradan konuşmak istiyorlar. Daha doğrusu, bunlar, AKP’nin getirdiği düzenin kendilerini buradan konuşurken görmesini istiyorlar. Bunun gerçekleşebilmesi için sosyalist hareket içinde onların söylemini taşıyacak bir yerin açılması gerekiyor. Ancak ne yaparlarsa yapsınlar, bu yer açılmıyor. Çünkü böyle bir “yer” teorik olarak da yok! O zaman bu tipler, tüm hareketi karalayarak siyasi olarak silmeye ve onun yerine geçmeye çabalıyorlar. Bu tabii çok daha imkansız bir hedef. Ama bu yerin olmadığını, bu hedefin imkansızlığını bir türlü kabul edemeden, sürekli aynı çabayı, aynı yöntemlere tekrarlayıp duruyorlar. Her seferinde belki bu kez başka bir sonuç alabileceklerini umuyorlar. Alamadıkları için daha da hırçınlaşıyor, yaptıkları işi sorgulamak yerine şiddetini arttırmayı deniyorlar. Halleri, kafasıyla duvar yıkmaya çalışan bir zavallının, bunun olanaksızlığını kavrayamayarak, kafasını duvara gittikçe daha büyük bir hızla vurmaya çalışmasına benziyor… Sonuç belli ve kaçınılmaz!

Bu tiplerin söylemlerine yakından baktığımızda, bir kavramın özellikle “yok” olduğunu görüyoruz. Bu kavram “emperyalizm”dir. Başlangıçta, “ne yani ülke işgal altında mı?” diyerek bu kavramı kullanan herkesi ulusalcılıkla suçlayan bu tipler uzun bir süredir artık “anti-emperyalizmin” neden geçerli olmadığına ilişkin bir açıklama ileri sürmeye zahmet etmeden, yola devam etmeyi tercih ediyorlar.

Emperyalizm kavramının, bu kavram son yıllarda, giderek daha çok tartışılır hale gelmiş olmasına karşın[2], bu tiplerin söyleminde ortadan kaybolması bir rastlantı, ya da teorik yetersizlik değil. Bu “yok”luk sayesinde iki iş birden yapılabiliyor. Birincisi AKP’nin oluşma sürecinde görülen kimi gariplikler [3], “iç ve dış dinamikler ilk kez çakıştı” saptamasının anlamı, bu partinin kendini “BOP’un eş başkanı ilan etme heyecanının arkasındaki enerjiyi, “Yeni-Osmanlı” fantezilerinin jeopolitiğini, konuşmak neredeyse olanaksız hale geliyor.

İkincisi, emperyalizm kavramının “yok”luğu sayesinde, “darbe tehlikesi var” iddialarını da sağlıklı bir biçimde irdelemek olanaksız hale geliyor.

Modern (Kapitalist) Emperyalizm üzerine bir not…
Ben bu tartışmanın tarihinin ayrıntılarına girmeyeceğim. Bu, genelde her sosyalistin yakından bilmesi gereken tarihe birçok kaynaktan ulaşmak olanaklıdır. Ben en belirgin özelliğini anımsatmakla yetineceğim. Modern (kapitalist) emperyalizm kavramının, kapitalizm önceki imparatorluk eğilimlerinden farklı esas olarak, zora açıktan baş vurmaya gerek kalmadan ekonomik araçlar ve kurumlar yoluyla yürütülen bir egemenliğe işaret etmesidir..

Callinicos da değindiğim çalışmasında, John Gallagher ve Ronald Robinson’un “serbest ticaret emperyalizmi”, William Appleman’ın “Açık Kapı emperyalizmi” kavramlarını da aktararak (sf:9) modern emperyalizmin bu farkına özellikle vurgu yapıyor. Callinicos’a göre bu “serbest ticaret emperyalizmi” kavramı, “dünyanın bugünkü örgütlenme biçimini çok iyi betimliyor”… “Serbest Ticaret emperyalizmi, Avrupa Birliği’nin, ABD’nin, özellikle Dünya Ticaret Örgütünün kurulmasından bu yana, diğer ülkelere dayattığından başka bir şey değildir” diyor. Callinicos, Filipinler ve Vietnam deneyimlerinden sonra ABD’nin, “en iyi yöntemin yerlilerin, malların ve sermayenin serbest dolaşımına engel olmadıkları sürece kendi kendilerini yönetmelerine, askeri gücü her zaman arka planda hazır tutarak, izin vermek olduğunu öğrendiğine” işaret ediyor (sf:10).

Nihayet Callinicos, günümüzdeki tartışmaları aktarırken, üç genel çizgi saptıyor: Birincisi Hardt, Negri ve William Robinson’un “kapitalizmin bugün uluslararası biçimde örgütlendiğini ve önden gelen kapitalist ülkeler arasında jeopolitik rekabetin tarihe karıştığını” savunan savı. İkincisi Leo Panich ve Sam Gindin’in, Ellen Wood tarafından da kabul edilen “İkinci Dünya savaşından sonra ABD’nin gayri resmi (işgal gerektirmeyen-E.Y) bir imparatorluğu yerleştirdiğini ve tüm önde gelen kapitalist ülkeleri hegemonyası altına aldığını” savunuyor. Üçüncüsü, de David Harvey, Walden Ballo, Peter Gowan, Chris Harman, John Rees, Claude Serfati ve Callinicos’un (benim de özellikle Harvey bağlamında, kendime çok yakın bulduğum) çizgisi. Bu çizgi üç temel savı paylaşıyor: 1) Kapitalizm 1960’ların sonunda girdiği ekonomik krizden hala çıkamamıştır. 2) Bu krizin bir önemli özelliği, ileri kapitalizmin üç rakip bloğa bölünmüş olmasıdır: Batı Avrupa, Kuzey Amerika, ve Doğu Asya. 3) Bu güçler arasındaki ilişkilerin asimetrik özelliklerine karşın, uzun dönemde ciddi çıkar çatışmalarının jeopolitik mücadelelere yol açması olasılığı vardır [4].

1970’ler boyunca emperyalizm en önemli işlevsel kavramlardan biriydi. Küreselleşme sürecinde, modern tanımına en uygun özellikleri daha da güçlenirken, emperyalizm kavramı tedavülden kaldırıldı. Halbuki Türkiye, NATO üyesi olmaya devam etti, IMF’nin programlarını benimsedi, “Açık Kapı”, “serbest ticaret” modelinin parçası, DTÖ’nün üyesi oldu AB ile Gümrük Birliği anlaşması yaptı, Kopenhag kriterlerini benimsedi. IMF reformları AKP döneminde aksamadan hatta derinleşerek devam etti. Topraklarında ABD üstleri var olmaya devam ediyor. ABD bölgede Büyük Ortadoğu operasyonuna başladığında, Türkiye buna onayladı destekledi. ABD ve AB de “ılımlı İslam” projesi bağlamında AKP hükümetini desteklediler. Türkiye Afganistan’a asker gönderdi, Irak’ın işgaline itiraz etmedi… Peki bu gün AKP yörüngesine yerleşmiş tipler, geri kalan herkesi ulusalcılıkla suçlarken neden bu olguları görmezden gelerek ülkenin siyasi dinamikleri emperyalizm sorunsalı dışındaymış gibi davranıyorlar. Sakın bu ulusalcılık suçlamaları, AKP üzerinden emperyalizmle yapılan iş birliğini gizlemeye çalışan bir incir yaprağı olmasın?

Öyle ya, geçenlerde Feroz Ahmad hocamızın çok açık bir biçimde dikkat çektiği gibi, 1950’lerden bu yana ABD’nin Ortadoğu’daki en büyük korkusu, komünizm değil de ulusalcılık değil mi? Bu gün, dünyanın çeşitli yerlerinde, “ulusalcılıktan” en çok ABD ve AB yakınmıyor mu?

Bu ulusalcılık yakınmasına bakınca da, liberal tiplerin, Faşizme benzetmeye çalıştığı şeyi değil, “serbest piyasa emperyalizmine” direnişi, yaşam alanlarını, emperyalizmin yıkımında korumayı amaçlayan, bir “yurtseverliği” görmüyor muyuz? Yine Feroz Ahmad da, yurtseverliğin milliyetçilikten çok farklı bir şey olduğunu, etnisite, din, dil ayrımı yapmadan birlikte direnmeyi ve savunmayı içerdiğini vurguluyor. BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın, bütçenin son günü konuşmalarında, “Bir ülkenin başbakanı alacağı oyu ülkesinden daha değerli görebilir mi? Ben açıkça söylüyorum. Ben bu ülke için canımı veririm, sen neyini verirsin Sayın Başbakan?” sözleri tam da böyle bir “yurtseverliği” düşündürmüyor mu? Sosyalistler, yıllardır, Kürt sorununda sınıfsal boyuta, BDP’nin hesaplaşmak zorunda olduğu kapitalist ve feodal dinamiklere işaret ederken, böyle bir birleştirici çizgiyi savunmuyor mu?

Bu sırada, Taha Akyol şöyle demiyor mu? “Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Galip Ensarioğlu, bir işadamı olarak çağın ekonomik gerçeklerini biliyor. Gaziantep hariç bölgenin ülke ekonomisine katkısının yüzde 1 olduğunu, bunun artması için rekabetçi piyasa ekonomisini geliştirmek gerektiğini belirtiyor. ‘Demokratik Özerklik’ denilen “komünlerden, liberal ekonominin reddine, oradan rekabetçi yapıdan vazgeçmeye” yönelen bir modelin ekonomiye zarar vereceğini anlatıyor. Kendi dünya görüşünü de şöyle tanımlıyor: “Liberal, muhafazakâr, demokrat... Sağ bir gelenekten geliyorum. Hâlâ da sağcıyım. Türkiye’deki solcuları gördükçe sağcı olmaktan da memnunum.” (Taraf, 25 Aralık). Akyol devam, ediyor: “Ensarioğlu’nun sözlerini alkışlıyorum. Zira modernleşmenin en önemli dinamiği olan piyasa ekonomisini vurguladığı gibi, Kürtler arasında da artık geleneksel aşiret çeşitliliğinin ötesinde modern anlamda çoğulculuğun gelişmeye başladığını gösteriyor”.

Kürt hareketinde sınıf temelli çatlaklar derinleşirken, sosyalistler de ısrarla emperyalizmden ve kapitalizmden konuşmak gerektiğini, tam da bu yüzden vurgulamıyorlar mı? Vurguluyorlar, çünkü emperyalizm, kapitalizm, konuşulmadan Kürt sorunu da bölgedeki, sermayenin ve toprak sahipliğinin, kültürel özerklik sorununa, öz yönetim projesine indirgenmekten öte gidemiyor emekçilerin, özgürlük sorunu, ekonomik demokratik hakları ve çıkarları tartışma dışında kalma tehlikesiyle yüz yüze kalıyor.

Bitirirken darbe tehlikesi söylemine dönersek, modern ve karmaşık sınıf ilişkilerine sahip bir ülke olan Türkiye, Soğuk Savaş döneminden bu yana NATO’nun üyesidir. Ordusu da NATO ile çok yakın ve girift ilişkilere sahiptir. Bu demektir ki bu ordu bir kabilenin, krallığın değil, dünya ekonomisiyle, “serbest piyasa”, “Açık kapı” ilişkileri ile bütünleşmiş bir kapitalist devletin ordusudur. Diğer bir deyişle bu ordu, emperyalizm “parantezi” içinde uluslararası ve ulusal bir sınıflar matrisini ifade eden iktidar yapısının parçasıdır. Bu yüzden “28 Şubat” da olmak üzere tüm darbeler, NATO ve arkasındaki güçlerin onayıyla, 12 Mart ve 12 Eylül’de olduğu gibi kimi zaman doğrudan desteği ve operasyonel katkısıyla ve bu sınıflar matrisi üzerinde, egemen sınıfların basıncıyla gerçekleşmiştir.

Halbuki, kendilerini, ülkeyi ve AKP hükümetini bir darbe tehlikesine karşı korumakla görevlendirenlerin savları arasında bu ilişkiler, darbenin ekonomik sosyal gerekçeleri, temsil ettiği sınıflar matrisi bağlamında herhangi bir saptamaya rastlamak olanaklı olmamıştır.

Evet, belki darbe planlayan subaylar olabilir, sayıları da onlarla ifade edilebilir. Bu ülkenin ve AKP’nin bir darbe tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu değil, ordunun, emperyalizmin ve egemen sınıfların onayı olmadan, darbe yapabileceğine inanan kimi subayların ya akıl hastası olarak tedaviye alınmasını gerektirecek sağlık sorunlarına, ya da terörist olarak yargılanmasını gerektirecek, polisiye bir duruma işaret eder. Geçmişte darbelerden büyük zarar görmüş, neyin ne olduğunu çok iyi bilen sosyalist hareketin başından beri bu alanda sağlıklı bir tutum alması ve zokaları yutmamakta ısrar etmesi de bundandır. Türkiye kapitalizminin gösteri toplumunun özellikle en sağ kesimindeki ekranlarından bu zokayı sallayanlar tarafından, giderek artan bir dozda, soyut bir ulusalcılıkla, nihayet Faşistlikle suçlanması da…

Sakın suçlamaların dozundaki artış bir şeyleri gizlemek için çıkarılan bir şamata olmasın? Hadi, diyelim ki gürültüyle örttünüz, peki ya kokusu ne olacak?


[1] Medya da bu suçlamalara, entelektüel ahlakın sınırlarını zorlayarak ortak oluyor. Radikal (29/12/) gazetesi sosyalistlerin saflarını ayırdığına ilişkin bir haberinde TKP’yi tanımlarken, şöyle yazabiliyor: “TKP'nin ‘ulusalcı bloğun baş aktörü olduğu ve Kürt siyasetine mesafeli durduğu’ söyleniyor”. Ne yazık ki, aktarırken tırnak kullanmak da aktaranın duruşunu gizlemeye yetmiyor.

[2] Örneğin Bkz: Alex Callinicos, Imperialism and Global Political Economy, Polity, 2009, Cambridge. Bu ilginç çalışma, hem konuya ilişkin teorinin tarihini, evrimini kapsamlı bir biçimde aktarıyor hem de bu teorinin güncelleştirilmesi açısından önemli bir adım atıyor. İkincisi Prof Callinicos, yukarıda değindiğim İngiltere’deki Sosyalist İşçi Patisi adlı örgütün önde isimlerinden biri. Belki de C. Harman öldükten ve parti liderliğinin Rees ve German gibi önemli isimlerinin partiden ayrılmasından sonra en önde gelen ismi.

[3] Bkz: Merdan Yanardağ, Bir ABD Projesi Olarak AKP, Siyah Beyaz, 2007

[4] Callinicos bu kitabı yazdığından bu yana, 3. yaklaşımın işaret ettiği bu eğilimlerde belirgin bir güçlenme olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz..