Devlet tartışmalarına katkı –II

Aydemir Güler’in Komünist dergisinde, AKP döneminde yeni bir Cumhuriyet’e geçildiğine dikkat çeken önemli bir yazısı yayımlanmıştı. Ben, bu yazıyı okurken, oluşan izlenimlerim üzerinden, Aydemir’le bir diyaloga girmeyi denemek için, “Kapitalist devlet üzerine kısa notlar” başlıklı bir deneme yazmıştım. Sevgili Aydemir zaman ayırarak, hem konuyu biraz daha açan hem de tartışmaların yoğunlaşması gereken noktaları işaret eden bir cevapla bu diyalog çağrısına katıldı.

Aydemir, “II. Cumhuriyet ve Devlet üstüne” başlıklı yazısına benim ““Aydemir Güler’in çözümlemeleri bana, eğer doğru okuyabildiysem, salt bir rejim değişikliğinden öte bir durumla karşı karşıya olduğumuzu düşündürtüyor. Bu konuda Aydemir’e katılıyorum. Ama bu 'öte'nin de derinleştirilmesi, tanımlanması, sonunda devlet biçimine (kapitalist sınıf iktidarının yaşam dünyamızdaki özelliklerine) ilişkin bir yargıya dönüşmesi gerektiğini de düşünüyorum,” saptamama karşılık, “Bir üstyapı öğesi olarak devleti kuşatan temellere, en başta iktisadi ilişkilere”, “Bunların geçtiğimiz süreçte yaşadığı değişime” vurgu yaparak başlıyor.

Aydemir, böylece, devleti düşünürken, işe öncelikle kapitalizmin örgütlenme biçimlerinden (sermaye birikim rejimi ve düzenleme sistemleri vb.,) başlamak gerektiğini, bu bağlamda, neo-liberalizmin “devletin parçası olarak yapılandırılmış geniş bir ekonomik alanı kapitalist piyasalar olarak” örgütlemiş olmasını vurguluyor. Bunu yaparken dikkati, metalaştırarak, piyasa ve kar mantığı altına alma sürecinin su, sağlık, eğitim gibi alanları da kapsamaya başladığına dikkat çekiyor. Aydemir’in işaret etiği yöne bakarken, Dünya Ticaret Örgütü Doha Raundu‘nu çıkmaza sokan TRIPS tartışmalarını, tüm yaşam biçimlerini, gen kaynaklarını, kodlarını, geleneksel, yerel bilgi biçimlerini patent yasası altına alarak metalaştırma çabalarını anımsıyoruz.

Bu noktada durup, neo-liberalizmin[1] devlet tartışmaları alanında da büyük öneme sahip olması gereken bir yeniliğini vurgulayabiliriz. Bu yenilik, bizzat işgücünün salt beslenme ve barınma pratiklerinin ötesinde, sağlık ve eğitim gibi, insanlar arası doğrudan ilişkilere dayanan (duygulanımsal- affective- emek biçimlerini) “yeniden üretim” alanlarının, yaşamın biyolojik bileşenlerinin metalaştırılarak, sermaye birikim sürecinin disiplinine, dolayısıyla bu disiplinin uygulanması, cezalandırılması süreçlerine açılmasıdır. Bu yeniliğin yeni “sınıf şekillenmeleri” ve mücadelesi alanları açmaya başladığını da görmemiz gerekir.

Aydemir, geleneksel olarak devletin tekelinde bulunan şiddet, imha araçlarının özelleştirilmesine, özel güvenlik örgütlenmelerinin, paralı askerlerin (şavaş şirketlerinin) oluşmaya başlamasına da dikkat çekerek,[2] devlet ve sermaye ilişkilerinin, dolayısıyla ekonomi ile siyaset arasındaki ayrımın da hızla bulanıklaşmaya başladığını düşündürüyor.

Bu yönde düşünmeye başlamanın neo-liberalizmin devletini konuşurken çok yararlı, yeni ve siyasi etkinlikler (propaganda, örgütlenme) açısından önemli, sonuçlar doğurabilecek tartışma alanları açabileceğine inanıyorum.

Örneğin, geride kalan 30-35 yıl boyunca, neo-liberalizmin altında, sermayenin geçirdiği evrime bakınca onu, mallar ve hizmetler üreten bir şey (gerek ilişki, gerek nesne) olarak, üstyapı denen şeyin bileşenlerinden kopuk, onlardan farklı bir düzeye ait bir şey olarak düşünebilmenin gittikçe daha da zorlaşmış olduğunu görebiliyoruz.

Bugün gelinen nokta, sermayenin artık yalnızca mallar, hizmetler üretmediğini, artık, fikirler, inançlar, algılar ve zevkler gibi geleneksel olarak “üstyapı”ya ait olduğu varsayılan şeylerin üretimini de gittikçe artan oranlarda sermaye birikim sürecinin içine aldığını görüyoruz. Böylelikle, gittikçe artan sayıda metayı ait oldukları “yaşam tarzından”, “alt kültürden” soyutlayarak, simgesel olarak taşıdıkları mutluluk, haz vaatlerinden ayrıca, salt “işlevine” bakarak düşünmek olanaksızlaşıyor. Gerçekten de, “tüketici kültürü” tartışmalarında, “Fordizm”in işlevsel tüketici biçiminin, post-Fordizm (neo-liberalizm) döneminde yerini hazlara dayalı (hedonist) tüketici biçimlerine bıraktığına ilişkin savlar tam da bu evrime bakarak ortaya sürülmüyor mu? Tüm bunlardan hareketle salt fiziki ürünler üreten, hizmetler sunan emeğin yanı sıra, bilgi, haz, duygulanım (affect) üreten bir emek kategorisinin, onun üzerinde yaşayan kesimlerin de sermaye birikim ve sınıf mücadelesi süreçlerinin içinde önemli (yaygın, egemen demiyorum) bir yer elde etmeye başladığını söyleyemez miyiz? Bu süreci de, bilgi işlem, haberleşme teknolojilerindeki gelişmelerle, ağa bağlı etkinliklerin yaygınlaşmasıyla birlikte düşünmek de gerekmez mi?

Tüm bu gelişmelerin bir başka anlamı daha olabilir. Sermaye birikim süreci, sermayenin egemenliğinin sürmesi için gereken insanı (öznellikleri) üreten maddi zemini (fabrika, piyasa ortamı) oluşturmakla kalmıyor, artık bu insanı üretmekle yükümlü “üstyapı” kurumlarını, en geniş anlamıyla “kültürü” de kendi etkinlik alanı içine alıyor.

Theodor Adorno’nun 1930’larda, Guy Debord’ın 1960’ların sonunda “kültürün” üretimine, bunun sanayileşmesiyle birlikte “yaşam dünyasında” sermayenin egemenlik biçimleri bağlamında, “merkez” (emperyalist vb.,) ülkelerde ortaya çıktığını saptadıkları gelişmelerin, bugün neo-liberalizmin egemenliği altındaki tüm coğrafyaları etkilemekte olduğunu söyleyebiliriz sanıyorum.

Bu uzun virajdan sonra, devlet konusuna dönersek, daha ilk yazımda vurguladığım “Kapitalist toplumda devletin, sermayenin mekan ve zamanda hareketini, zamanı ve mekanı düzenleme süreçlerini kolaylaştıran, kar oranları karşıt eğilimlerinin hareketini düzenleyen (düzenlemeye çabalayan), ekonomik kriz sırasında bu yönde gereken mali, kurumsal değişiklikleri gündeme getiren, emek denetim sistemlerini, biopolitiği pratikte uygulayan, uygulanmasına bekçilik eden, ideolojik aygıtları yaratan, olanları yaşatan, ya da imha eden, sermayenin yeniden üretim sürecine uygun öznellikleri oluşturan kültürel süreçlerin gelişmesini teşvik eden, destekleyen bir organik ilişkiler ağı, bir “organizma” olarak düşünülmesinden yanayım” saptamasında [3], bir gerçeklik payı varsa, devletle sermaye arasındaki ilişkilerde iki yönlü bir değişim olduğunu sanırım görebiliriz.

Birincisi, sermaye ilişkisi (ekonomi) yaşamı üreten, disiplin altına alan, cezalandıran toplumsal ağlara daha derinlemesine nüfuz ettikçe, devlet yapısının (ilişkisinin) gittikçe artan oranda doğrudan içine girmekte, onun parçası olmaktadır.

Sermaye, düşüncelerin, arzuların ve öznelliklerin maddi üretimi süreçlerini kendi etkinliğine kattıkça devletin etkinlikleri, ilişkileri ve ağları da bu noktalardan sermaye ilişkisinin içine nüfuz etmeye başlamaktadır. Bunu en kısa yönden bir taraftan, devlete giren kadroları, devletin iç yaşamının tutarlılığını sağlamaya çalışan ideolojileri, finansal, teknolojik kaynakları elde etme koşullarını diğer taraftan, uyguladığı şiddeti, disiplini ve cezalandırma süreçlerini topluma anlatma işlemlerini düşünerek gözümüzde canlandırmayı deneyebiliriz.

Bu gelişmelerin, komünist siyasi çalışma açısından tam olarak ne sonuçlar yaratmakta olduğunu ben henüz, “hah işte bu” diyecek düzeyde kavradığımı söyleyemiyorum. Ama kavradığım kadarıyla bu alanda bizi çok önemli tartışmaların, bu tartışmalardan doğacak yaratıcı çalışma faaliyetlerinin beklediğini düşünüyorum.

Buraya kadar konuştuklarım üzerinden I. ve II. Cumhuriyet arasında, bence en önemli fark olarak gördüğüm gelişmeleri bir kez daha sunmak istiyorum.

Neo-liberal dönemde, devlet–ekonomi alanlarının aralarındaki ilişkinin karşılıklı “bağımsızlığını” kaybetmeye başladığını yukarda vurguladım. Hatta, hayal gücümüzü zorlarsak, “sadaka toplumu” kavramını, devasa küresel şirket yapılarını, bu şirketler arasındaki ve içindeki bağımlılık ilişkilerini göz ününe alarak, karşımıza adeta “feodal” yapılara benzer garipliklerin de çıktığını düşünmemize olanak verecek bir yapılanmaya işaret de etmiş oldum.

Hayal gücünü bu yönde zorlamanın henüz erken olduğunu kabul etmekle birlikte, ABD’de muhafazakar yayınlarda, “liberal ekonominin yaşaması için demokrasiye gerek yok, zaten genel seçimler, liberal hakları tehlikeye sokuyor” gibisinden tartışmaları izledikçe, bu konunun da bir gün tartışma alanımıza girebileceğini düşünüyorum.

“II. Cumhuriyet” kavramı ilk kez, liberaller tarafından, neo-liberalizme ve post-modernizme paralel olarak ortaya atıldığında, hepimizin sinirine dokunan bir, Aydınlanma (laiklik) düşmanı, “ulusal proje” düşmanı ve Türkiye komünist hareketinin geleneğinden adeta nefret eden, onu aşağılayan, unutturmaya çalışan bir yaklaşımla karşılaşıyorduk. Bu “II. Cumhuriyet”, o zaman son derecede gerici bir arzuyu dile getiriyordu bizler de şiddetle, eleştiriyor ve arkasındaki mantığa karşı çıkıyorduk.

Aydemir’in işaret ettiği gibi neo-liberalizmin zaferi, bu zaferin benim yukarıda vurgulamaya çalıştığım “kültürel” boyutu, devlet üzerindeki etkileri, liberallerin “II. Cumhuriyet” ile arzuladıklarına benzer, ama aynı anda ona taban tabana zıt bir oluşumu, Aydemir’in II. Cumhuriyet olarak tanımladığı dönüşümü yarattı.

Aydemir’in II. Cumhuriyet’i, liberallerin hayal ettikleri “II. Cumhuriyet”ten haklar ve özgürlükler açısından 180 derecede farklı bir olgu oldu.

Liberallerinki, demokrasi özgürlük vaat eden bir fanteziydi. Aydemir’inkiyse yaşamın her alanına gittikçe daha derinlemesine nüfuz eden, müdahale eden, bunu yaparken de, yüzde 50’lere ulaşan bir seçmen desteğini korumaya devam eden, kabus kıvamında bir gerçek!... Tam da Lacan’ın işaret ettiği gibi, “fantezi”, gerçekleşmeye başladığında hızla müstehcen bir özellik kazanmış, bir kabusa dönüşmüştü.

Aydemir’in “II. Cumhuriyet” olarak tanımladığı olgunun, bence ayırıcı öneme sahip üç özelliğine vurgu yaparak bu yazımı bitirmeye çalışacağım.

Birincisi, bu devlette, kapitalist devletin en önemli, onu feodal devletten ayıran bir özelliğinin hızla kaybolmakta olmasına şahit oluyoruz diye düşünüyorum.

Kapitalist devlette “kralın iki bedeni” vardır. Biri “maddi” bedeni, ikincisiyse “manevi” bedeni. Devlet işlerinde bu ikisi asla birbirine karışmaz, daha doğrusu, karışmıyor görüntüsünün korunmasına büyük önem verilir. Örneğin, “kral/yönetici”nin manevi bedeninin etkinliklerinden (devlet işlerinden) fiziki bedeni maddi çıkar sağlayamaz, bu onun yakın çevresini ailesini de kapsar.

İkincisi, Kapitalist devlet, bu ayrımdan hareketle, “kişi özeli” (mahremiyeti) olarak tanımlanan bir alanın varlığını kabul eder. Dahası bu alanı korumayı üstlenir. Disiplin ve cezalandırma süreçleri, nüfus, beden kontrol (diğer bir değişle “biyopolitik”) rejimleri bu varsayımı veri olarak almaya devam ederler. Çünkü kapitalist devletin doğuşu bir taraftan ulus devletin oluşma sürecidir. Öbür taraftan, dini etnik cemaatler fikrinin aşılarak, devletten ve bu cemaatlerden bağımsız “otonom vatandaşın” (burjuva/liberal özgürlükler anlamında, “özgür birey”in) en azından arzulanan bir ideal olarak oluşmasının da sürecidir.

Üçüncüsü, kapitalist devlet, işleyiş kültürü, ideolojisi, taşıyan kadroların öznellikleri açısından, “Aydınlanma Olayı’na” ve “Ulusal Projeye” sadakat üzerinde durur. Yukarıda değindiğim iki özelliğin var olabilmesi için bu iki sadakat sine qua non koşuldur.

Aydemir’in II. Cumhuriyet olarak tanımladığı olguya gelene kadar, 1923’den 1980’e kadar güçlü bir biçimde, 1980-2000’lerin başına kadar da giderek zayıflayan bir oranda Kapitalist devletin bu üç özelliğinin, ülke koşullarına, tarihsel temele de uygun bir söylemle muhafaza edildiğini, iki sadakatin korunduğunu, korunmaya çalışıldığını, korunduğuna ilişkin bir görüntünün korunduğunu görüyoruz.

AKP hükümetinin, özellikle II. Döneminde, yukarıda değindiğim bu üç özelliğin hızla, “cemaat” ruhunun ve cemaat olarak adlandırılan ne olduğu belirsiz bir yapının devlete ortak olmasına olanak verecek düzeyde terkedildiğini, bu terk etme sürecinin, “dindar gençlik” yaratacağız vaadinin yanı sıra, “iki sadakate” ilişkin izleri de silmeyi hedef alan etkinliklerle birlikte ilerlemeye devam ettiğini görüyoruz.

****

Bu tartışmalardan ben şunları öğrendiğimi düşünüyorum. Birincisi, eleştiriler, yorumlamalar ve cevap bağlamında açıklamalar bana, başlangıçta düşünmediğim konuları da tartışma kapsamı içine almaya başlama şansı verdi. Bu anlamda arkadaşlara borçlu olduğumu, şükranla kabul ediyorum. İkincisi, devlet konusunu birlikte konuştuğumuz hemen herkes, AKP döneminde gerek devletin biçiminde gerekse de rejiminde önemli değişiklikler yaşandığını kabul ediyor.

Farklı geleneklerden gelenlerin, bu değişimleri farklı söylemlerle ifade etmeleri bence son derecede anlaşılabilir bir durumdur. Yaşadığımız onca deneyden ve teorik gelişmeden, yalanan mürekkepten sonra, artık kim komünist hareketin tek sesli ve tek bir gelenek üzerinde kurulması gerektiğini savunabilir ki. Önemli olan farklı geleneklerin birbirleriyle konuşmaya devam etmesi, birbirlerinin dilinden, söyleminden, bu söylemle dile getirilen birikiminden yaralanmaya çalışmasıdır. Komünist hareketin tarihi birikimi, tek bir ülkenin tek bir geleneğini, hayal bile edilemeyecek bir zenginlikle aşmaktadır. Bu zenginlikten yararlanmadan, buna burun kıvırarak ilerlemeye çalışmanın, ne mantıksal ne de ahlaksal bir zemini olduğunu düşünüyorum.

Bu nedenle, bu yazımı, tartışmalarımızın, devlete farklı geleneklerden gelerek koyduğumuz isimlerin üzerinden değil, bu isimlere bizi götüren olguların ve bunlardan çıkarılabilecek, pratik siyasi sonuçların üzerinden sürmesini dileyerek bitiyorum.

[email protected]

[1] Bu kavramı, ben de kolaylıkla “özne” olarak, adeta antropomorfize ederek kullanmaya devam ediyorum. Ama bu kullanış tarzının tarihsel materyalizmin, felsefi düşünme disiplini açısından sakıncalı olduğunu düşünüyorum. Bu sakıncalı durumdan kurtulmak için de, neo-liberalizmin arkasındaki, örneğin “uluslararası mali sermaye”, “egemen sermaye” gibi bir sınıfın yada sınıflar bloğunun, bunların yerli (bağımlı ülkelerdeki) ortakları vb gibi bir şeylerin iradesine gönderme yapmayı deneyebiliriz diye düşünüyorum.

[2] Bunlara özel hapishaneleri, istihbarat, veri işleme, izleme etkinliklerinin kimi durumlarda özel şirketlere, serbest çalışan uzmanlara devredilmesini de ekleyebiliriz.

[3] “Organik ilişkiler ağı”, “organizma” ifadelerini işimizi kolaylaştırmak için geçici olarak bir kenara koyalım...