“Muhafazakar Sanat” tartışması üzerine ilk notlar

Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri, Edebiyat Profesörü, Mustafa İsen, "Muhafazakâr kesimin nasıl bir demokrasi anlayışı varsa, muhafazakâr demokrasi diye bir şeyden bahsedebiliyorsak, o zaman 'muhafazakâr estetik' ve 'muhafazakâr sanat' diye bir şeyden de bahsetmek, bunun normlarını ve yapısını oluşturmak gibi bir yükümlülük içindeyiz" demiş.

AKP hükümeti döneminde hızlanan “toplum mühendisliği” sürecinin, “4+4+4” ile bir “ruh mühendisliği” aşamasına geldiğine işaret etmiştim. Bir adım sonra sıranın sanata gelmesi son derecede olağan bir gelişme. Estetik, bedenle dış dünyanın ilişkisine ilişkin bir kavram, dolayısıyla “biyopolitik” konusuyla yakından bağlantılı. Bu bağlamda estetik ürünler üretme etkinliği, aşağıda değineceğim gibi eğitim, “yeni insan” yarama, onu kontrol etme, yönlendirme, baskı altına alma, ya da özgürleştirme sürecinin ayrılmaz bir parçası. Bu yüzden estetik ürünleri toplumun eğitiminde kullanmak isteyenlerin, bunların üretim sürecini de yakından denetlemeleri gerekiyor. Bu bir seri kuralların ve ilkelerin, ölçütlerin yerleştirilmesi, en önemlisi, insanlara bir yapıtı estetik ürün olarak tanımalarına, üzerinde konuşmalarına olanak veren dilsel kodların, simgelerin, Rancière’in deyimiyle bir “estetik rejimin” toplumda egemen kılınmasını gerektiriyor.

Bugün “muhafazakar sanat” talebiyle gündeme gelen yeni “estetik rejimin” sınırlarının ise iki parametre tarafından belirleneceğini kolaylıkla söyleyebiliriz: Kutsal “Mesaj”a sadakate dayalı bir “hakikat rejimi” ve sermaye birikim süreci.

Genel Sekreterin giriş paragrafında aktardığım saptamalarına sağ kesimden gelen katılmalar, yorumlar, İskender Pala’nın 20 Maddelik manifestosu bu iki parametrenin, yoğun bir sağ popülizmle, “halkın manevi değerleri”, “kültürel birikim” ve “gelenek” gibi aslında içi boş, bir hegemonya mücadelesiyle doldurulmayı bekleyen kavramlarla destekleneceği anlaşılıyor.

Buna karşılık, burjuva sınıfının, “eleştiri dinin eleştirisiyle başlar”, “her şey aklın eleştirisinin hedefi olacaktır” gibi Aydınlanma ilkeleri düşünülünce, bu “estetik rejimin”, “toplumsal eleştirinin”, felsefi düşüncenin önünün keseceği, hata bunları suç haline getireceği de anlaşılıyor. Tüm bunlar, sanatın nasıl siyasi bir etkinlik, siyasi mücadelenin önemli, kaçınılmaz bir bileşeni olduğunu bir kez daha kanıtlıyor.

Geçtiğimiz yıllarda, sanat-siyaset ilişkisi tartışmalarında, bizleri “sanat komiseri” ilan eden post-modern ve liberal eleştirmen ve sanatçılarla epey uğraşmıştık. Onlara “sanat sanat içindir” sloganının aslında ahlaki ve siyasi bir slogan olduğunu, dün içeriği, burjuvazinin feodalizme, obskürantizme (dinci gericiliğe) karşı mücadelesiyle dolmuştu, bu gün ise içeriğinin ancak kapitalizme ve metalaşmaya karşı bir direnişle doldurulabileceğini anlattık durduk.

Genel sekreter “muhafazakar sanat” istediklerini açıkladıktan, sağcı yazarlar bunun içini doldurmaya başladıklarından bu yana elimden geldiğince izlemeye çalışıyorum ama, dün “sanat sanat içindir”, “sanata siyaset karıştırmayın”, “sanat komiseri misiniz?” diyenlerden henüz bir itiraz geldiğine şahit olmadım. Yine cevaplar bizim taraftan (örneğin, bkz. Yiğit Günay, “'Muhafazakâr sanat' meselesi üzerine 5 düşünce”) geliyor.

Genel sekreterin ve sağcı yazarların, “muhafazakar sanat” tartışmasını gündeme getirmiş olmaları, yukarıda değindiğim adımlar bağlamında bir kültürel meydan okuma anlamına geliyor, daha önce görülmeyen bir öz güveni yansıtıyor.

Bu meydan okuma liberal demokrasiye ve komünist harekete büyük bir tehdit oluşturuyor. Ama bu meydan okuma, aynı zaman da büyük bir olanak açıyor diye düşünüyorum. Bu bağlamda, hem muhafazakar görüşlerle polemik yapmak, hem gelmekte olan “estetik rejimin” burjuva – liberal özgürlükleri bile hedef alan büyük bir saldırı anlamına geldiğini göstermek, bu alanda (!) geniş bir entelektüel muhalefet ve direniş inşa etmek olanağı doğuyor.

Ek olarak, hem “sanat” değince özgürlükleri kısıtlayan her şeye eleştiri ve muhalefet anladığımızı, bu işlevi yerine getirmeyen estetik ürünlerinin sanat değil, propaganda, meta, nihayet Kitsch olduğunu vurgulama, sanatla, özgürlük mücadelesinin, kapitalizmin karşıtlığının ilişkisini yeniden ortaya koymak şansımız olacak. Hem de bu kültürel meydan okumayı kabul ederek “boyumuzun ölçüsünü” de almış, bu mücadeleyi taşımaya devam edip edemeyeceğimizi, eksiklerimizi güçlü yanlarımızı görmüş olacağız. Ben bu meydan okumayı heyecanla kabul ediyorum. Kendi hesabına tartışmaya başlıyorum, hem de en başından...

Platon – Aristo paradigması
Özel mülkiyetin, sınıfların ve devletin toplumunda (Platon’a atıfla Kısaca “Site” diyeceğim) estetik ürün üretme etkinliği ancak iki durumdan biri olarak var olabilir.

Birinci durumda, estetik ürün üretme etkinliği, Site üyelerinin, Site’yi, Site dışını, Site’nin değerlerini, kutsalını “tanımalarına” ve bu Site’nin içine ve dışına göre konumlarının ve varlıklarının anlamlarını öğrenmelerine hizmet eder. Birinci durumda, estetik ürün üretme etkinliğini “kozmolojik bir eğitim” ve “propaganda” kavramlarına göndermeyle tanımlayabiliriz.

İkinci durumda, estetik ürün üretme etkinliği, Site üyelerine, Site’nin yapısına ve dünyasına karşı çıkma, onunla mücadele etme olanağı ve olasılığı veren bir düşünce ve eylem alanı açar. Bu durumda, estetik ürün üretme etkinliğini, “özgürlük”, “kurtuluş” paradigmalarının bir parçası olarak düşünmemiz gerekir.

Bu ikilemle sistemli bir biçimde ilk önce Platon’un (MÖ 423 – 347) karşılaştığını söyleyebiliriz. Platon bu ikilem üzerinde uzun uzadıya düşündükten sonra, ikinciyi dışlayacak, birinciyi koruyacak bir yol ve yöntem bulamadığından, estetik ürün üreticisinin Site’nin sağlığı (bekası) için Site dışına sürülmesi gerektiğine karar verir.

Aristotales, (MÖ 384-322) Büyük İskender’in hocalığını yapmış, Site’nin egemenlerine hizmet vermiş bir Filozof olarak, bu ikilemden kurtulmanın yolunu, ikincisinin yapılma (sanatı tanıma ve konuşabilme) kurallarını ayrıntılı bir biçimde tanımlamakta bulur (Bu kuralların metni Poetika kaybolur, ancak 1535’de yeniden keşfedilir). Horace’ın (MÖ 65 – 8) Ars Poetika “şiirinde” kimi farklarla adeta bir reçete haline getirilen bu kurallar, kapitalizm oluşmaya, burjuva sınıfı şekillenmeye, başlayana kadar, Roma İmparatorluğunda, Feodal toplumlarda Kilise tarafından da onaylanarak kabul edilir. Estetik ürün yaratma etkinliği böylece, “Site” düzeninin, egemenlerinin hizmetine, insanının eğitilmesinin (öznelliğinin üretilmesinin) hizmetine bu kurallar sayesinde verilir.

Burjuvazi ve Modernizm
Burjuva sınıfı şekillenirken, feodal toplumun ahlak ve dünya anlayışına, birey tarifine, kozmolojisine, kendi yaşam faaliyetini (kapitalizmi), eylemini sınırladığı için karşı çıkarken, onun estetik ürün üretme kurallarını da özgürlük adına reddetmeye başlar.

Bundan böyle estetik ürün üretme etkinliği kendi dışında hiçbir kurala hiçbir dini, ahlaki, siyasi işleve bağlı kalmayacaktır: “Sanat sanat için” yapılacaktır. “Sanat Sanat için” sloganı burjuva sınıfının eski rejime, onun ideolojik egemenliğine estetiğine karşı bir başkaldırının, bir özgürlük talebinin kısacası burjuvazinin devrimci refleksinin ifadesidir. Burjuva entelektüellerin ağzından dile getirilen bir savaş çığlığıdır.

Ama burjuva iktidarı yerleştikten sonra, kapitalizm ve piyasa yaşam dünyasının tek belirleyicisi olmaya başlarken, birbirine paralel iki sürecin de başladığını görüyoruz.

Birinci süreç: “Sanat sanat için” sloganıyla, eski rejimin efendilerinden, estetiğinden özgürleştiklerini düşünenler, bu kez, metalar dünyasının, sermayenin ve piyasanın tahakkümü altında girdiklerinin ayırdına varmaya, kendi sınıflarından kopmaya, “sanatı sanat için” yapabilmenin tek yolunun onu kapitalizmin ve piyasanın tahakkümü altına sokan metalaşma sürecine karşı korumaktan, kapitalizmle mücadelenin aracına dönüştürmekten geçtiğinin ayırdına varmaya başladılar. Burada ilk ve en kestirme yol, estetik ürün yaratma etkinliğini, kapitalizmden kaynaklanan “özgürlük yokluğu”, “yabancılaşma” duygularının biçimlendirilmesine, içerdeki “bunaltıyı” ve “bulantıyı” anlatmaya, dışlaştırma çabalarına tabi kılmaktı. Estetik ürün yaratma etkinliği ancak o zaman, yeniden bir özgürlük talebine dönüşebilirdi.

Ancak kapitalizmden özgürlük talep eden, ona ahlaki siyasi eleştiriler yöneten estetik ürün üreticileri yalnız değildi. Sanayi, tarım ve hizmet ürünler üreten çok geniş bir üreticiler kitlesi tarih sahnesine çıkmıştı, kapitalizme karşı mücadele etmeye başlamış, ilk eylemlerini özellikle sanayi sektöründe daha 19. Yüzyılın ilk çeyreğinde ortaya koymaya, giderek Anarşist, Komünist akımların ortaya çıkışının maddi zemini oluşturmaya başlamışlardı

İkincisi süreç: Burjuva sınıfı, giderek eski rejimle ittifaklar oluşturmaya, 19 yüzyıl boyunca, 1848 ayaklanmalarında, Paris, komünü, Belçika Genel Grevlerinde, son derecede baskıcı, “katliamcı” refleksler sergilemeye başlamıştı. Aynı anda burjuvazi, bir taraftan, neo-klasizme, “estetizm” dönerek, sanatın “birinci durumdaki” eğitim ve propaganda özelliklerini geri kazanmaya çabalıyordu. Diğer taraftan, Aydınlanma rasyonalizm karşıtı eğilimler özellikle Paris Komünü’nün yarattığı travmanın da etkisiyle (Nietzche tipik örnek olarak görülebilir) hızla canlanıyordu.

Bu iki süreç 19.yüzyılın son çeyreğinde çok özel koşullarda kesişmeye başladı. Bu üzel koşulları kısaca şöyle özetleyebiliriz:

1. Tekelci kapitalizmin doğuşu, ilk finansallaşma, küreselleşme (emperyalizm) aşaması. Sömürgecilik vahşeti.
2. Ekonomik kriz, büyük durgunluk, ve I. Savaş.
3. Finansal kriz ve II. Savaş.
4. Burjuva liberal bireyin kimlik krizi

Bu koşullarda, bu iki süreç kesişerek “Modernist” hareketi oluşturdu. Bu iki sürecin varlığına bağlı olarak da Modernizm, çelişkili, Janus yüzlü bir akım olarak şekillendi. Roma Tanrısı Janus gibi Modernizmin bir yüzü, geleceğe dönüktü, kitle hareketine, sınıf mücadelesine, kapitalizmin aşılması olasılıklarını aramaya ilişkindi. Öbür yüzü geçmişe, “Bolşevik barbarlığın” “Yahudi komploların” tehdidi altındaki “Avrupa uygarlığını” kapitalizm öncesi dönemin değerlerine dayanarak yeniden kurma fantezisine dönüktü (Bu bağlamda, Eliot’un “Çorak Ülke” şiirini, Pound’un Kanto’larını düşünebiliriz)

Geleceğe bakan yüz, komünist harekete yaklaşırken, geçmişe bakan yüz Faşizme, Falanjizme ve Kralcılığa yaklaşmaya başladı.

Bu gün, Türkiye’deki “muhafazakar sanat” arayışına bakınca da Modernizmin geriye bakan, karanlık yüzünü görüyoruz. Bu yüz toplumun karşı karşıya olduğu ekonomik ve jeopolitik sorunlara, finansallaşmanın, “küreselleşmenin” getirdiği belirsizlik, alt üst olmuşluk duygularına, bunları derinleştiren “hedonist” (hazlara odaklanmış) tüketim tarzının, bu tüketim tarzıyla birlikte gelen imajların, kültürel kodların, toplumun dokusunda, aile, ahlak sistemleri üzerindeki yıkıcı etkilerine geçmişe bakarak direnmeye çalışıyor. Bu “akım” toplumu “geçmişinden kopararak zayıflattığına” (Eliot’un deyimiyle “duyarlılığını kırdığına”) inandığı Cumhuriyet geleneğinden, Aydınlanma olayının etkilerinden kurtarmak için, bunların öncesine, Osmanlı ve İslam kültürüne dönmeyi, buradan toplayıp geldikleriyle bu günü yeniden yapmayı amaçlıyor. Bu akım, Modernizmin geçmişe bakan, Faşizmin totaliter özlemlerini taşıyan karanlık yüzüne ait bir refleks olarak karşımıza çıkıyor. Bu “karanlık yüze” cevap vermek de Modernizmin geleceğe bakan aydınlık yüzü olarak, komünist harekete, sola ve hatta eğer bel kemiğinde hala biraz kemik kaldıysa “liberal demokrasiye” düşüyor.

[email protected]