Suda balık

Rus bilim insanı E. Slastenenko’nun “Karadeniz Havzası Balıkları” isimli muhteşem bir eseri vardır. Kitap müzayedelerinin, sahafların en nadide ve pahalı parçaları arasında yer alan bu kitap, üç yüz yılı aşkın bir süreyi kapsayan, çeşitli yazma eserlere kadar da uzanan derin literatür içeriği, modern balıkçılık biyolojisinin bugün temel taşlarını da içeren zengin perspektifiyle hala çok kullanışlı bir kaynaktır.

Bu yedi yüz küsur sayfalık, Türkçe çevirisi 1956’da Et Balık Kurumu yayını olarak çıkan devasa eser, konunun uzmanı olmayanlar için de muazzam okuma tadı vermeye devam eder hala. Cumhuriyet’in idealizminin belki de tam manasını bulduğu kurumlardan biri olarak Et Balık Kurumu, memlekette adet olduğu üzere niteliğini çeşitli dönemlerin akışı itibarıyla yitirip nihayetinde gözden kaybolmuştur desek yalan olmaz.
Et Balık Kurumu’nun hakikaten kurum olduğu yıllarda, önceleri İstanbul Üniversitesi yayını olarak çıkan ve sonra da 1953’ten itibaren kurumun resmi dergisi olarak devam eden Balık ve Balıkçılık Dergisi’nin içeriğini takip etmek de hayli zevkli ve öğreticidir. Deniz ve okyanusların gizemli derinliklerinin sunduğu esrarengiz hayatlar, yeni keşfedilen balık türleri ve denizel hayat formları Türkiye’deki balıkçılık faaliyeti ve konuya has araştırma laboratuvarlarının işleri, balıkçılık iktisadı ve ticaretini memleket ve dünya minvalinden tahlili ve hatta çeşitli düğüm şekilleri derginin sayfalarına dökülü biçimde sayılar boyunca akıp gitmektedir.

Dergiye emeği geçen kişiler arasında özellikle İlham Artüz’ün adını zikretmek lazım. Pek çok değişik başlığa ilişkin çok sayıdaki makalesi, bilgisinin derinliği ve şaşılacak derecede kolaylıkla popüler anlatı oluşturabilmesi Artüz’ün dergiye yansıyan tipik özellikleri olarak gözükmektedir. Tam yirmi üç yıl,1976’ya dek yayın hayatına devam eden derginin emektarlarını, başta Artüz olmak üzere, saygıyla analım.

Birkaç kişinin yoğun emekle, çoğunluk karşılık beklemeksizin sırtladığı muazzam işler. Kurumların adını taşısalar bile aslında birkaç idealistin emeği olan değeri bilinmeden kalmış ya da alakasız “şansı yerinde” başkalarına gökten zembille inmişçesine gözüken tarihsel sayfalar. Başka deyişle, bayağının adeta “ilahi” yükselişinin değişik tezahürleri şeklindeki “kader” kazığı, geri dönülmez unutuluşlar. Tüm bu cümlelerin altını çizdiği şey çok tanıdık değil mi? Aslında memleketin emeksiz yükselişlerinin, geriye entelektüel varisini haliyle bırakamayacak olmalarının içimizi acıttığı birkaç iyi adamın yok oluşunun içini boş boş tınlattığı sözde devlet kurumları, üniversite taslaklarının tarifinden öte nedir bütün bunlar. Üniversitelerimizde Pertev Naili Boratav, Cahit Arf gibileri artık bulunmadığı için bayağılaştırmanın ve tek tipleştirmenin “Bologna”sına itiraz pek yok. Caf caflı binalar, eşiklerinden içeriye halı döşenmiş, fukara iblisin bile görse korkup davasından döneceği allı pullu, sırlı mobilyalı rektör “makam” odaları. Aslında bu durum hiç de yeni değil. Adnan Adıvar daha 40’lı yıllarda akademisyenlerin bilimsel iştigale ilgisizliğinden ve eşya koltuk düşkünlüğünden yakınır.

Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes, Behice Boran, Cahit Arf ve benzeri bir avuç insan. Hepsi bulanık suda birer balık. Gerektiğinde şaşmaz bir kararlılıkları nedeniyle kara kaderlerini yazan, kara balığın Samed Behrengi’leridirler de.

Doğal seçilim yine haftaya kaldı. Ne yapalım hep doğa hep doğa olacak değil ya. Biraz da kendimiz, insanlık halimiz.