‘Devletin her tarafı kanıyor’

Kararnameler birbirini kovalarken devletin yeniden yapılanmasını emekli bürokrat, iktisatçı Mahmut Kartal ile konuştuk. Seçim sonuçlarının, yeni atanan bakanların ve ekonomi teşkilatına yönelik yeni düzenlemelerin sermaye açısından ne ifade ettiği konusunda Kartal kırılganlıklara vurgu yapıyor. Merkezileşmenin yaşanan siyasi krizler sonucunda ortaya çıkan dağılmayı toplamayı amaçladığını ama aynı…

Ali Somel

Emekli bürokrat, iktisatçı Mahmut Kartal, devletin yeniden yapılanmasına ilişkin soL'un sorularını yanıtladı.

Seçimlerin üzerinden bir ay geçti. Bakanlar atandı, cumhurbaşkanı kararnameleriyle yürütme şekillendi, siyaset yelpazesindeki değişim ise geri plana düştü. Dönüp baktığınızda siz seçim sonuçlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Seçimler, uzun süredir hazırlığı yapılan bir rejimin yerleşmesinde bir aşamadır. Seçim sonuçlarından AKP’den kurtuluş bekleyenler bu süreci gözden kaçırdılar. Türkiye’de rejim değişti ve seçimden sonra yeni rejimi yerleştirmek için zamana ihtiyaç duyuyorlar. Seçim sonuçlarını çok hassas bir tasarımla, cebren ve hileyle belirlediler. Bu yüzden mevcut seçim sonuçlarının verileri üzerinden analiz yapmak sağlıklı değil. 

Yine de bir eğilim olarak şunu söylemek mümkün: Hem AKP’yi ve MHP’yi yüzde 52’de tuttular, hem HDP’ye barajı geçirttiler. İsteseler HDP’yi geçirmezlerdi. Bu durum cebren sandıklarda seçimin maniple edilmesinin ötesinde, SEÇSİS sistemi üzerinden bir manipülasyon olduğunu bir kere daha göstermiştir. Seçimin ikinci tura kalmasını devletin engellemesinin en önemli gerekçelerinden birisi, ikinci turda HDP’nin etkili olmasına tahammül edilememesidir. Kürt savaşı devam ederken HDP’nin bir pazarlık gücü olmasına sistemin toleransı sıfırdır. 

‘BURJUVAZİ ‘MECLİSTE İSTEDİĞİNİZ KADAR GÜRÜLTÜ ÇIKARIN’ DİYOR’

Dikkati çeken bir nokta İslamcı tabanın ahlaki hiçbir kaygı ve prensip üzerinden hareket etmemesidir. AKP’nin kaybettiği ahlaki iddiayı sahiplenecek bir İslamcı taban tepkisi Saadet Partisi’nde görülmemiştir. İkinci bir nokta, İyi Parti’nin yüksek oy aldığı yerlere baktığımızda, daha sekülerist bölgelerde, milliyetçi tepkinin ona yöneldiğini görüyoruz. Trakya, Marmara, Ege, Akdeniz bölgelerinde MHP tabanı İyi Parti’ye kaymıştır. Böylece İyi Parti ve MHP arasında toplumsal taban açısından bir farklılaşma gözlemliyoruz. 

AKP ve MHP’nin oyu kesinlikle şişirmedir. AKP Orta Anadolu ve Karadeniz’de bile ciddi oy kaybına uğramıştır. MHP’nin Doğu’da ve Güneydoğu’da oylarını artırmış olması imkansızdır. Ama cebren ve hile ile “seçim” böyle sonuçlanmıştır. Türkiye burjuvazisi neredeyse bütün siyasi akımların Meclis’e yerleşmesini uygun bulmuş ama iktidarın tamamen cumhurbaşkanlığında olmasını tercih etmiştir. Böylece herkese “Meclis’te istediğiniz kadar gürültü çıkarın, iktidar Türk-İslam sentezinin elinde kalacak” demiştir. 

Uluslararası sermaye bir yandan seçim sonuçlarına itiraz etmedi, diğer yandan iktidarın güç temerküzüne karşı kayıtlar koydu. Bunu nasıl yorumlamalı? 

Büyük Ortadoğu Projesi’ne (BOP) angajman Türkiye rejimini değiştirmiştir. BOP konusundaki başarısızlığı da Türkiye’yi açıkta bırakmıştır. BOP genişlemeci bir politikaydı, bu yolda Cumhuriyeti yıktılar, ama Suriye’yi, Mısır’ı İslamlaştırma konusunda başarısız oldular. Şu halde eski Türkiye yıkılmıştır ancak eskiyi yıkma gerekçesi ortada kalmıştır. İktidar, uluslararası sermayeden mevcut devlet yapılanmasını yerleştirmek ve pekiştirmek için zaman istemiştir, seçimle bunu elde etmiştir. Uluslararası sermaye ‘bizim Türkiye’deki şirketlerden alabileceğimizi yine Tayyip Erdoğan alır’ diye düşünmüştür. Erdoğan’ın halk üzerindeki kontrolüne güvenmektedir. 

‘TÜRKİYE’NİN İRAN’A KARŞI POZİSYONU KRİTİK’

Önümüzdeki dönemde Türkiye’nin ABD’yle giderek yakınlaşacağını düşünebiliriz. Fakat ABD’nin İran’ı hedef tahtasına oturtmasıyla birlikte Türkiye’nin burada nasıl bir pozisyon alacağı kritik hale gelecektir. Rusya burada etkili olmakla birlikte Çin’in İran’ı desteklemesi ihtimalini daha yüksek görüyorum. Hem Kuşak-Yol projesinde ara noktadalar hem de İran’dan enerji ithal ediyorlar. Rusya’nın ise satmayacağı hiçbir ülke yoktur, çünkü biliyoruz ki kendilerini sattılar, Sovyetler Birliği’ni yıkarak, sosyalizme ihanet ederek... 

Yeni devlet yapılanmasına gelelim. Oğuz Oyan hoca Türkiye’nin 150 yıllık siyasi/mali tarihinin gerisine büyük bir sıçrama yapıldığını söylüyor. Bu yapılanma ne anlama geliyor?

Yeni devlet yapılanması 150 senelik parlamenter geleneği bitirmiştir. Bunu birkaç meczubun işi sayamayız. Son derece stratejik bir dönüşüm yaşanıyor. Türkiye rejiminin daha da büyük krizlere gireceği tahmin ediliyor. Bu yapılanma krize karşı bir cevaptır. Hızlı, esnek ve merkezi bir yapı kurmuşlardır. Sadece bütün yürütmeyi değil aynı zamanda yargıyı ve yasamayı da cumhurbaşkanına bağlamışlardır. Bu yapılanmada kadrolar esnektir, kurumlar esnektir, kurallar esnektir. Kurallar, kurumlar ve kadrolar aynı zamanda merkezileştirilmiştir. Yeni yapılanma bir yandan geçmişin sorunlarına bir cevaptır. Mesela Fethullahçı yapılanmanın, Kürt meselesinin, ekonominin, Ortadoğu’da başarısızlığın doğurduğu sıkıntılara... Ama bu yapılanma aynı zamanda yeni büyük krizlere karşı bir hazırlık olarak da öngörülmüştür. 

‘DAĞILMIŞ DEVLETİ MERKEZİLEŞMEYLE TOPARLAMAYA ÇALIŞIYORLAR’

Devletin her tarafını tümör sarmış. Tümörlerin hepsini kesince devlet her tarafından kanamaya başladı. Dağılmış bir devleti aşırı merkezileştirmeyle toplamaya çalışıyorlar. Yeni devlet yapılanması siyasi rejimi değiştirecektir, çünkü siyasi rejimin temeli devlettir. Buna bir tür post-modern faşizm diyebiliriz. Parlamento var, iyi-kötü basın var... Türk-İslam sentezi ise esasen bir faşist ideolojidir. Yalnızca anti-komünist değil, anti-demokratik ve anti-liberaldir. 

Bu yapılanma bir anonim şirkete benzetiliyor, Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum da bunu söyledi. Yürütmede nasıl bir değişim yaşanıyor?

Yeni yapılanmada aslında bakanlıklar yoktur. Bunlar cumhurbaşkanlığına bağlı şubelerdir. Zaten 1 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesinde bütün devlet teşkilatı cumhurbaşkanlığı altında örgütlenmiştir. Bu durum bir panik halini göstermektedir. Cumhurbaşkanlığı danışmanları, politika kurulları, ofisler, başkanlıklar, bakanlıklar arasında yetki ve görev duplikasyonları had safhadadır. Hepsi Cumhurbaşkanına bağlı olduğu için sorun çıkmayacağı söylenmekle birlikte bir koordinasyon ihtiyacı vardır. Bir kararnamede bu ihtiyacı gidermek üzere koordinasyon toplantıları yapılabileceği hüküm altında alınmıştır. Bu tarz bir yapılanma Amerika’da vardır. Aşırı uzmanlaşan kamu bürokrasisi pek çok koordinasyon toplantısıyla yönetmeye çalışılır. Bunun sonucu kırılgan ve kaotik bir yapıdır. Bu tam bir saray rejimidir. Saraylarda Rasputinler olur.

‘DEVLET SERMAYE FRAKSİYONLARI ARASINDA HAKEM DEĞİL MÜCADELE ALANI’

Bakanlar kuruluna yapılan atamalar, bir CEO hükümeti, bir patron hükümeti kurulduğunu gösteriyor. Devletin sermaye karşısındaki göreli özerkliği tamamen ortadan kalkıyor. Sermayenin aracısı ya da temsilcisi yoktur artık, sermaye ile devlet entegre olmuştur. Devlet hakemlik, ara buluculuk özelliklerinden koparılarak sermaye fraksiyonlarının mücadele alanı haline getirilmiştir. Özellikle ekonomik kriz zamanlarında sermaye fraksiyonları arasındaki rekabet şiddetlenir çünkü kriz sırasında devlet kaynaklarına olan ihtiyaç artar. Devlet kaynaklarına ve olanaklarına artan ihtiyaç devlete yansıyan rekabeti de şiddetlendirecektir.

Ulusararası sermaye ile Türkiye sermayesinin atanan bakanlara dönük tepkileri farklı oldu. soL’da hükümet “Vasatlar Kulübü” olarak nitelendirildi, bununla birlikte tüm sermaye örgütleri yeni hükümete övgü yağdırdı. Öte yandan uluslararası sermaye cephesinden tereddütler dile getirildi. Bu fark nasıl yorumlamalı?

Sermaye hükümetin vasatlığından hem rahatsız -çünkü sorunlarına çözüm bulamıyor- hem de memnun çünkü karşısında zayıf bir yapı görüyor. Öte yandan devlet kadrolarının vasfının artırılması ihtiyacını hissettiren şey uluslararası rekabetin şiddetlenmesidir. Bir kere, ulusararası sermayenin istediği kadrolar Mehmet Şimşek ve Naci Ağbal’dır. İkincisi, uluslararası sermaye Merkez Bankası başkan yardımcılarını atama yetkisinin hükümete geçmesinden, görev sürelerinin 5 seneden 4 seneye indirilmesinden rahatsızdır. Ayrıca Merkez Bankası’nın, Sermaye Piyasası Kurulu’nun (SPK) damat Berat Albayrak’a bağlanmasından ürkütmüştür. 

Türkiye’deki “zinde güçler”in Berat Albayrak’a yaklaşımı sizce nasıl?

Tayyip Erdoğan, bir padişahın şehzadeyi tahta hazırlaması gibi Damat Berat’ı hazırlamaktadır. Burada soru şudur: Acaba devlet de mi Tayyip Erdoğan’ın yerine Berat’ı hazırlıyor? Devlet derken Genelkurmay ve MİT’ten söz ediyorum. Eski yüksek bürokrasi ve sermayenin büyük temsilcilerinin de oluşturduğu bir komünite olarak düşünün. Devlet ve Erdoğan beraberdiler şu ana kadar, ama bu kadar kırılgan bir yapı kurulmuşken Erdoğan’ın yerine geçecek adamı da hazırlamaları lazım. Yalnızca speküle ediyoruz. Devlet ve Erdoğan arasında örtük ya da açık bir kontrat vardır. Erdoğan vaktiyle Çiller’in yaptığı gibi Kürt savaşında siyasi şeflik yapmaktadır, karşılığında para akışına sahip olmasına ve Türkiye’nin İslamlaştırılmasına rıza gösterilmektedir.

Seçim sonrasında para akışının ve borç yönetiminin nasıl olacağı merak konusuydu. Özel sektör borç stokunun yarattığı sıkışmayla ilgili ya sert düşüş ya da yumuşak geçiş ihtimallerinden söz ediliyor. Senaryolarından hangisi daha olasıdır?

Bakın Sabancı çimento şirketlerini satıyor. Bu tablo hem Türkiye’nin en büyük sermaye gruplarından birinin hem de inşaat sektörünün yaşadığı krizi gösteriyor. soL’da “Ankara Yaklaşımı” olarak işlenmişti: Erdoğan özel sektör borcunun yurtdışı bankerlere ödenmesini üstlenecek. Uluslararası finansı Erdoğan neyle tehdit ediyor? “Bu alacağınızı ben olmazsam tahsil edemezsiniz, bana imkan ve kolaylık sağlayın” diyor. Birincisi kayıtdışı para girişine güveniyor. İkincisi dalgalı kur rejimine güveniyor. Üçüncüsü Batı’nın Türkiye’deki yatırımlarını riske atamayacağına güveniyor. Dördüncüsü Batıdaki yönetimlerin iç çelişkilerine güveniyor. “Bana para vermeye devam edin” diyor. Ulusararası finans ve Türkiye’nin büyük sermayesi ise sıkı maliye ve para politikası uygulanmasını, dış açık ve borçlanmanın azaltılmasını, mevcut borç stokunun halktan elde edilecek kaynaklarla karşılanmasını istiyor. 

‘DIŞARIDAN GELEBİLECEK PARA, BİRKAÇ AY GÖTÜRÜR’

Mesela hem TÜSİAD hem Mehmet Şimşek yaptıkları açıklamalarla verginin tabana yayılmasını istediler. Verginin tabana yayılması, verginin tabandan alınması demektir. Erdoğan ise bir siyasetçi olarak kendisini destekleyen küçük ve ortak ölçekli işletmelerin çıkarları açısından durgunluğa yol açabilecek böyle bir siyaseti kabul etmemektedir. Yüksek faize o yüzden karşıdır. İktidarda kalmak için büyüme, yatırım ve istihdama ihtiyaç duymaktadır, bunun devam etmesini istemektedir. Ya sıkı maliye ve para politikasıyla ortaya çıkacak kaynağı uluslararası finansa ödeyecektir ya da bir şekilde kaynak bulup kendi tabanını tatmin etmeye çalışacaktır. Dışarıdan girebilecek para üç-beş ay götürür ama orta vadede bu yürümez. Yurtdışından IMF’yle anlaşarak ya da anlaşmadan IMF programı uygularsa yumuşak bir iniş, olmazsa sert bir iniş olur. İnşaat, enerji şirketleri başta olmak üzere büyük batıkların bankacılık sektörünü vurmaması imkansızdır. Bu politikaların arkasında Yiğit Bulut’un izini görüyorum. 

Cumhurbaşkanlığı Kararnameleriyle ekonomi bürokrasisinin yapısı da epey değişti. Nasıl bir işleyiş kazandığını anlatır mısınız?

Ekonomi Bakanlığı’nın Ticaret Bakanlığı’na bağlanması, dış ticaretin iç ticaretle aynı bakanlıkta toplanması anlamına geliyor. Kalkınma Bakanlığı’nın Sanayi Bakanlığı’na bağlanması ise Kalkınma Ajanslarının ve Yabancı Sermayeyi Teşvik Genel Müdürlüğü’nün Sanayi Bakanlığı’na tabi hale gelmesi demektir. Maliye Bakanlığı bünyesinde Bütçe Genel Müdürlüğü’nü Cumhurbaşkanlığı’na bağlı Strateji ve Bütçe Başkanlığı’na bağladılar. Maliye’ye bağlı Milli Emlak Genel Müdürlüğü’nü de Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na bağladılar. Diğer taraftan sarayda Ekonomi Politikaları Kurulu, Yatırım Ofisi, Finans Ofisi gibi yapılar oluşturuldu. 

‘MODERN DEVLETİN DAYANAKLARI DAĞITILDI’

Ekonomik yapılanmada politika oluşturma ve karar mercii saray bünyesinde ofis, kurul ve başkanlıklar ve danışmanlara tabi hale getirildi. Bakanlıklar sadece icra makamıdır, hatta şubedir. Maliye Bakanlığı Hazine Müsteşarlığı’yla birleştirildi ve bu yeni bakanlığa Merkez Bankası, BDDK, SPK ve diğer kamu bankaları bağlandı. Gelir İdaresi Başkanlığı hala Hazine ve Maliye Bakanlığı’na bağlıdır, ama bu Bakanlık yalnızca devlet hesaplarının tutulduğu ve borç idaresinin yürütüldüğü bir bakanlık haline gelmiştir. Maliye Bakanlığı uzun bir zamandır yaşadığı dönüşümle birlikte bu son dönüşüm sonucu lağvedilmiştir. Modern devletin üzerine kurulu olduğu iki dayanak, maliye ve askeriyedir. Bu yeni yapılanmayla birlikte ikisi de dağıtılmıştır. Çünkü -daha önce de söyledik- bir yandan kuvvet komutanları, diğer yandan Genelkurmay Milli Savunma Bakanlığı’na ayrı ayrı bağlandı. Burada darbe korkusunun rolü olabilir. 

Önümüzdeki dönem ekonomi politikasını belirleyen etkenler biri “ticaret savaşları” olacak gibi görünüyor. Türkiye’de sermayenin ilk tepkisi hükümetten serbest ticaret anlaşmaları talep etmek şeklinde oldu. Ne tür eğilimler gözlemliyorsunuz? 

Kriz zamanlarında merkantil siyaset gündeme geliyor, dünyada böyle. Türkiye’de de bunu hisseden kesimler var, AKP’de hissediliyor. Bu realize olur mu olmaz mı, belirsiz. Devletin müdahalesinin arttığı, korumacı ve müdahaleci bir iktisat siyasetinin izlendiği, sermaye akımları ve ticari akımların daha kontrollü yürütüldüğü bir siyaset... Ekonomik milliyetçilik de diyebiliriz buna. Büyük krizlerde bu tür bir eğilim güçlenmektedir. 1929-30 bunalımında böyledir, herkes kendi başının çaresine bakmak zorunda kalmıştır. Şu anki ticaret savaşı da bununla ilişkili. 

‘TAM KORUMACILIĞIN UYGULANMASI İÇİN BÜYÜK ÇÖKÜŞ GEREKİR’

Türkiye’de bazen bu tür fikirler yankılanabilmektedir. AB’yle yapılan Gümrük Birliği zaman zaman tartışılıyor. Sanayileşme konusunda ara ve yatırım malı sanayiinde devletin daha korumacı-kollamacı bir siyaset izlemesi gerektiğini dile getiren bazı sesler çıkabiliyor. Yüksek faiz, düşük kur yerine yüksek kur düşük faiz politikası bu merkantil siyasetle daha uyumludur, böyle bir tartışma, bir eğilim var. Ama hakim olur mu, çok tartışmalı. Üretimin uluslararasılaşma düzeyi bu tür bir siyaseti zorlaştırmaktadır. Tam olarak uygulanması için büyük bir çöküş gerekir.

Devlet yeniden yapılanırken bir yandan da iktidarın ‘arınma’ operasyonları sürüyor. Örneğin Adnan hocacılara yönelik operasyonun devlette bir uzantısı yok gibi görünüyor. Yine de devletin yeniden yapılanmasıyla bu konunun bir bağlantısı olabilir mi?

15 Temmuz’dan itibaren, kışkırtılmış Fethullahçı darbe girişiminden sonra tarikatler üzerinde devletin güvenlik bürokrasisi çalışmaya başladı. Birinci sebep, bir daha böyle durumlarla karşılaşmama, ikincisi tarikatlerin parsellediği devlet kadrolarındaki vasıfsızlaşmadır. Mesela şu anda Işık tarikati kadroları hem Amerika’yla hem devletle hem de sermaye gücü olarak bir tür Fethullah tarikatına benzemiştir. Demirören medyasının önemli yerleri Işık tarikatinin adamlarıyla doludur, sadece TGRT ve Türkiye değil. 

‘ADNAN HOCA ÜZERİNDEN DEVLETTEKİ TARİKATLERE GÖZDAĞI VERİLİYOR’

 Güvenlik bürokrasisinde Süleymancı ve Menzilci tarikatlerin yer edindiğini işitiyoruz. Menzil tarikati Sağlık Bakanlığı’nda yer edinmiştir. Bunlar burjuva rekabet düzenini bozmakta, devlet kadrolarının kalitesini düşürmektedir. Anladığımız kadarıyla devletin güvenlik birimleri tarikatleri disiplin altına almaya çalışmaktadır. Burada Diyanet İşleri Başkanlığı’na da bir rol verilmiştir. Tarikatleri toplayıp “disiplinli olun” talimatı verdikleri haberlerde çıktı. Adnan hocanın ise gücü sermayenin ve siyasetin içindedir, devletin içinde çok yoktur, ama bir örnektir. Bu operasyonla diğer tarikatlere göz dağı verilmiştir. Furkan tarikatine yapılan da, yandaş medyada Süleymancıların tehdit edilmesi de bu çerçevede değerlendirilmelidir. Sağlık Bakanlığı’nın başına Menzil tarikatinde olmayan birinin getirilmesi aynı çerçevededir. Türkiye devleti için daha önce söylediğimiz gibi “camlar şikest olmuş, meyler dökülmüştür”. 

Yalnız İslam tarikatlerini bugün analiz ederken kesinlikle bunların bir burjuva fraksiyonu olduğunu unutmamak gerekiyor. Şirketleri vardır, siyasette temsilcileri vardır... Ama bunları İslamcı olmayan burjuva fraksiyonlarından ayıran en önemli şey, topluma, küçük burjuvaziye ve emekçi halkın belirli kesimlerine nüfuz etmiş olmalarıdır. Bu nüfuzlarını da Türkiye büyük sermayesinin çıkarları için kullanmaktadırlar. Koç bu toplumsal kesimlere nüfuz edemiyor, ama tarikat sermayesi bunları kontrol ve maniple ederek tüm sermayeye hizmet sunuyor. Böylece büyük sermayeye toplumsal bir zemin sağlanmış oluyor. 

‘ONLARA KALSA ADNAN HOCA BİZİ YÖNETİR, AMA KAPİTALİZMİN İHTİYAÇLARI BAŞKA’

Öte yandan bunun devlete yansıması devlette bir düzensizlik yaratmaktadır. Polis, Jandarma ve MİT’e yerleştirilen cemaatler rekabet halinde oldukları için devlet içinde düzen bozuluyor, ayrıca devlet kadrolarının kalitesi düşüyor. Uluslararası rekabet ve bunun kriz ortamında şiddetlenmesi Türkiye sermayesini devlette belirli bir kalite ve düzenliliği gözetmeye zorlamaktadır. Kendilerine kalsa bizi Adnan hocaya yönettirirler ama kapitalizm başka ihtiyaçlar dayatıyor!

Korkut Boratav hoca AKP ile Türkiye burjuvazisi arasındaki ittifaka dair demişti ki ‘Bu ittifakı teşhir etmeyen kriz çözümlemeleri yanlış kalır; onu temelden reddetmeyen ekonomik seçenekler ise emperyalizmin ekonomik tahakkümüne teslimiyettir.’ Sizce nasıl bir seçenek oluşturmak lazım?

Türkiye rejimi ciddi bir emekçi muhalefeti ortaya çıkmamış olmasına rağmen ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel bir kriz yaşamaktadır. Bu kriz, bir devlet krizi olarak tezahür etmektedir. Düzenin hiçbir kadrosunun, hiçbir liderinin prestiji kalmamıştır. Yeni bir siyasal yapılanmaya gidilirken ne düzenin meşruiyeti kalmıştır, ne kadrolarının, ne muhalefet dahil hiçbir siyasal figürünün... Tam bir çöküş yaşanıyor. Ama bunlar kendi başına kötü şeyler değil. Kötü olan bizim zayıflığımızdır. Bize gereken esas olarak cesarettir. Churchill’in meşhur lafı vardır, kendisi sağcıdır mağcıdır ama “Cesaret bütün erdemlerin temelidir” der. Sola gereken şey akıl, ahlak, bilgi. Bu erdemlerin temelinde cesaret yatıyor.

‘SİSTEMDEN KOPUŞUN GÖZE ALINMASI GEREKİYOR’

Solcular vasıflı işçi sınıfını, beyaz yakalıları, kamu görevlilerini, serbest meslek erbabını, küçük burjuvayı örgütlerken karşılarına liberal ideoloji çıkıyor. İmalat sektöründe mavi yakalıları, vasıfsız işgücünü örgütlerken de karşılarına Türk-İslam sentezi çıkıyor. Türkiye’de yaşanan liberalizm-milliyetçilik çatışmasının maddi temelleri bunlardır. Bu saf bir kültür savaşı değildir, sınıfın içindeki tabakalara dayalı bir çatışmadır. Ama aynı sınıfın katmanları arasında bir çatışmadır. Sol bu ikisini de yıkmak, kendisini ayrıştırmak zorundadır. Evet, sistem bu ideolojileri empoze ediyor ama nesnel koşullar gereği sınıf içindeki tabakalar bu ideolojilere karşı zaaflıdır. Bunun karşısında solun kendi programını koyması gerekiyor. 

2013’e kadar liberal “solcular” AKP’ye destek verdiler ve bittiler. 17-25 Aralık’tan itibaren bu defa milliyetçi “solcular” AKP’yi desteklemiştir ve onlar da bitmiştir. Ufuk Uras kadar Doğu Perinçek de geleceksizdir. Gün ise sosyalist solun günüdür. Sosyalist sol hala ayaktaysa Amerikancı, gerici, piyasacı politika karşısında istikrarlı bir çizgiyi korumuş olması sayesindedir. Bütün büyük şirketlere, bankalara el koymak, emekçi halka güvenmek, ona dayanmak, onun temsilcisi olduğumuzu ona anlatmak lazım. Sistemden kopuşun göze alınması gerekiyor.

Teşekkür ediyoruz.