Yurtseverlik ve Hibrit Aydınlar

Bundan otuz yıl önce… 1979 baharındayız. Moskova’da Gorki Parkında bir kanepede oturuyorum. Güneşli ılık bir gün, parkta ilginç bir kalabalık var. Öbek öbek, ellerinde kiril harfli pankartlar tutan insanların bekleyişleri, onlara katılanları sevgiyle, hasretle kucaklayışlarını izliyorum. Beni gezdiren arkadaşıma sordum. "Barış günü, yani İkinci Dünya Savaşının sonlandığı gün. Eski askerler (bizim deyimimizle gaziler) o günü birlikte kutlamak için buraya gelirler. Pankartlarda birliklerini tanıtan yazılar var üçüncü ordu, beşinci tümen, ikinci alay vb gibi. Parkı, özellikle o insanları yakından tanımak için gezdik… Rus, Kazak, Türkistanlı, Özbek vb gibi çeşit çeşit insanlara rastladık. Hepsi de anayurt savaşının 'ateşten günlerini' birlikte yaşamışlardı. Sovyetler Birliği dağıldı, hepsi birbirinden uzaklaştı. O görkemli birlik geride kaldı. O küçük etnik temelli devletlerin ise bugünkü durumu ortada, halkları evlerimizde bile hizmet görmekte. Bu bağlamda Moldavya vb gibileri başı çekmekte. Yeni devletçikler emperyalizmin oyuncağı oldu. Kırgızistan, Ukrayna, Gürcistan, Ermenistan bunların önde gelen örnekleri."

Küreselleşmiş neo-liberal düzen birlik sözcüğünü sevmez, yıllar önce, İngiliz Emperyalizmini tanımlamak için “Böl ve Yönet” politikası adını verirlerdi. Pakistan, Hindistan, Kuzey İrlanda-Serbest İrlanda vb gibi. Bu tip etnik dağınıklık güçsüz, dirayetsiz sözde devletçikler doğurur. Aralarındaki çekişme de bitmez. Reagan-Teacher dönemiyle birlikte neo-liberal ekonomi yaklaşımı devletleri ekonomik ve toplumsal bir güce sahip olmaması iki temel yaklaşımı yaşama geçirmiştir. Özelleştirme ve Etnikleştirme (aşiretleştirme de diyebiliriz).

Emperyalizm politikasını ve isteklerini yaşama geçirme bağlamında ayrıştırma çabasını hiçbir zaman gevşetmez. Birinci Dünya Savaşı'nda Arap aşiretlerini ve milliyetçi akımların ustaca kullanan İngiltere, bölgeye egemen olunca yığınla yapay devlet yaratmıştır. Suriye, Lübnan, Ürdün, Irak Suudi Arabistan, daha sonra da Birleşik Arap Emirlikleri, Umman vb.

Sosyalist iktidarların yitirilmesiyle aynı bölünmeler Doğu Avrupa ve Balkanlar'da da gerçekleşti. Çekoslovakya ikiye bölündü. Yugoslavya paramparça oldu. Şimdi Sırbistan, Fransa’nın, Slovenya ile Hırvatistan Avusturya’nın himayesine sığınmış durumda. Bulgaristan, Romanya AB ülkesi oldu. Baltık ülkeleri de AB’ye sığındı. Şimdilerde benzer bir oyun Türkiye’de oynanıyor. Önce, usta bir “Halkla İlişkiler” programıyla, neo-liberal yaklaşım, ulusun bünyesine zerk edildi. Bir zamanların keskin solcuları, Uğur Mumcu’nun nitelemesiyle Çetin Altan’ın iki tosunu başı çekti. O noktaya gelindi ki “iki dil” konusunda itiraz eden herkes için suç duyurusu yapmak ahvali adiyeden oldu. Üstelik bu tavır “aydın bilgeliği” gibi nitelemelerle de alkışlandı. Önce “Yetmez ama evet”le başladı, nihayet ünlü Diyarbakır Çalıştay’ında ars-ı ulâ’ya ulaştı.

Marksizm’i çok özümsemiş bir arkadaşım Sovyetler Birliği’ni “Enternasyonalizm”den “Ulusalcılık”a geçmekle suçlamıştı. Tek başına sosyalist bir düzen kurmaya çalışan bir oluşumun yaşayabilmesi için başka çaresi var mıydı. Irkçı, etnik köken söylemleri ile süslü Nazi bozuntusu bir milliyetçilik değil, kazanımlarını yaratabilmek ve geliştirebilmek için gerekli olan yurtseverlik. Bunu bir “öz savunma refleksi” olarak da adlandırabiliriz.

“Hoşgörü” söylemleriyle ilginç bir “liberalleştirme” akımı başlatıldığında, İstanbul Üniversitesi'nin (Eski Harbiye Nezareti) görkemli Beyazıt Kapısı önünde Dilipak ile Kemalizm konusunda kimseye söz hakkı vermeyen Toktamış Ateş’i yan yana görünce, işin nereye varacağı zaten belli olmuştu. Zamanla televizyon kanallarında en uçuk görüşlerin bile savunulduğunu görüyoruz. Nitekim BDP liderinin “Konfederasyon” tanımında bile buna tanık oluyoruz. Ona göre Doğu ve Güneydoğu Kürdistan, geriye kalan bölgeler ise “Ortak vatan”… Yani 50 milyon bir kalemde “vatansız”, “yurtsuz” kabul ediliveriliyor.

Ah…! Liberalizm sen nelere kadirsin… ”Güneşin sofrasında” birlikte yeni bir dünya yaratmak varken bu cehalete ne denir. Bu cehalet ancak “Doğal Liberalizm” diye adlandırılan orman yasalarında söz konusudur. Ormanda o geniş pampalarda, savanalarda bile yaşayanlar avlandıkları alanı diğer hayvanlara karşı savunurlar. Meraklısı “National Geographie” kanalına bir göz gezdirsin.

Aydın olmak zor iştir. Karmaşık bir düzen içinde gitmesi gereken yönü bulmak her babayiğidin harcı değildir. “Serbesti”nin yaldızlı görünüşü insanları fena halde aldatır. Bugünlerde Refik Halit Karay’ın anılarıyla meşgulüm: “Minelbab ilel mihrap”, “Bir Ömür Boyunca”. Bugünkü kuşaklar Refik Halid’i ne kadar tanır kestiremiyorum. Orta yaşın üstündekiler ise sadece ünlü “Nilgün” romanıyla anımsayabilirler. Kendisi Türk yazınının en kıvrak kalemlerinden biridir. Keskin bir liberaldir. “Hürriyet-i İtilaf”ın ve Damat Ferit hükümetinin en sadık bendelerindendir. Mütarekenin en koyu günlerinde Posta Telgraf'ın başındadır. Fransızcası Sultani’den (Galatasaray) gelme, yıllarca “150’lik”lerden biri olarak Lübnan ve Suriye’de sürgün hayatı yaşamış, 1938’de çıkan afla yurda dönebilmiştir. Şimdikiler gibi soldan rücu etmemiş, İtthatçılığa karşı kelle koltukta, Sinop, Çorum, Bilecik’te sürgünlerde savaşım vermiş, Milli Mücadele'ye de “Serbesti” adına karşı durduğu içinde 1922-1938 arası Beyrut-Halep arasında mekik dokumak zorunda kalmıştır. Ne var ki bu “köktenci” liberal “Hatay”ın Türkiye’ye katılmasında çok önemli bir role sahiptir. Bugünkü liberaller gibi oynak ve de sözde ağır bir havaya bürünmemiştir.

Aydın, okuyan adamdır. Okuduğunu doğru yorumlayan kişidir. İnanç sahibidir. Daha doğru bir deyimle “ideoloji” sahibidir. Bir gün Filistin devrimcileriyle silah arkadaşlığı yapıp ertesi gün “Polis Okulu”nda Kürt politikasının çerçevesini çizmez.

Manzara şudur yeni yıla bir “ayrılık” şarkısının nâmelerine elleriyle tempo tutan “serbest” tavırlı aydınların “yalelli”leriyle giriyoruz. Zor bir yıl olacak, “Görünen köy klavuz istemez” derler. Bizim sözümüz de o örneğe uygun. Yazımı gelecek yılların “mana ve önemini” yansıtan bir Refik Halit anısıyla bitirelim… Birinci Dünya Savaşı'nda, Osmanlı hükümetinin mütareke istediği güne ait bir anı bu.

“İttihat ve Terakki Merkezi Umumisi'nden çözgün haberiyle perişan bir halde. Yeşildi direk’teki 'Zaman' idarehanesine düştüğüm vakit karşımda, kanepeye yaslanmış ve loşluğa gömülmüş bir iri adam gördüm… Bu zat-ı şerif (eski maarif nazırı) Şükrü Bey’di. Şükrü Bey’in heyecansızlığından heyecana geldim. Akibetin fena olduğunu bize ağır kayıtlar konulacağını, hakaret ve sefalete uğrayacağımızı acı acı anlattım. Benim 'ne şartla olursa olsun derhal mütareke akdetmek' teklifine dayanamadı, ille 'Başka çare göremiyorum' deneme büsbütün antuldu 'çare vardır' dedi. 'Anadolu’ya çekilip mukavemet etmek.'"

2011’in çok zor günlere gebe olduğu kerelerce yinelediğim bir olgu. Refik Halid gibi yılgın bir liberalliğe soyunmaktansa Şükrü Bey gibi “Çare vardır” demek doğru bir tavrıdır… Yeni yılın bu çarenin kapılarını açacak bir dönem olması dileğiyle, tüm yoldaşlarıma mutlu, başarılı bir 2011 dilerim.