Vukuat Var

Osmanlı Döneminde “Ases” diye bilinen gece bekçileri, güvenliğinden sorumlu oldukları mahalle ile adeta bir aile üyesi gibi özdeşmişlerdi. Her evin sevincine, derdine ve de yasına ortak olurlar, mahallenin sorunlarını yakından saptar, bunları üstlerine yansıtırlardı. Bir anlamda bölgenin velisi gibiydiler. Geceleri sopalarını kaldırım taşlarına vurarak saati, vukuat olmadığını bağırarak duyururlar bazen de bir yangını haber verirlerdi. Çocuklar için mahallenin “Bekçi Babası” idiler. Benim kuşağın döneminde koyu tütün rengi üniformalarıyla geceleri sokakları tek tek dolaşır zaman zaman da düdüklerini çalarak “ben burdayım” derlerdi. Hepsi geride kaldı. “Bekçi Baba”lar tarihe karıştı. Onların yerini sokakları kolaçan ederek “Mavi – Kırmızı” ışıklarla kendini belli eden “polis devriyesi” aldı. Ne ki sokakların güvenliği hızla azalmağa başladı, hırsızlık, kapkaççılık, hak arama cinayetleri çeteler yaygınlaştıkça yaygınlaştı.

“Susurluk” kazası sonrası bu durum günyüzüne tüm boyutlarıyla çıktı. Karanlık bir takım işler çeviren “mafya”lar adlarını duyurmaya başladı. Yoksulluk ve de işsizlik arttıkça suç oranı da yükseldi. Bu olguyu kanıtlamak için herhangi bir gazeteyi gözden geçirmemiz yeterli, ele aldığınız gazetenin “resmi ilanları”na bakın yüzde 80’ninin “icra”dan satışları içerdiğini kolayca saptayacaksınız iki ve üçüncü sayfaları ise günün kanlı hesaplaşmaları sergiler. Aile bireylerinin toptan ortadan kaldırılması, boşanmak isteyen kadınlara yapılan sokak infazları o kadar çoğaldı ki, kanıksanmaya, “ahval-ı adiye” diye nitelenmeye başlandı. Tarikat ve dini yaklaşımlar da bu bağlamda bireyleri cesaretlendirmektedir. Fakat tüm bunların ötesinde gittikçe yaygınlaşan cehalet sanırım temel etmen olarak ortaya çıkmaktadır.

Cehalet toplumsal ve bireysel suçun ana kaynağıdır. Bunun en güzel örneği Nazizim vb. gibi tek adama dayanan siyasal akımlardır. Tek adam çevresinde oluşan iktidarların hepsi “cehalet”i kutsar, Almanya’yı bir düşünün, dünya bilim, sanat ve düşünce tarihine ne kadar çok ürün vermiştir. Beethoven’dan Einstein’a uzanan (bunlara Karl Marx’ta dahildir) uygarlığın simgesi olmuş binlerce kişinin yetiştiği bir toplumdur. Ama aynı Almanya’da bir gece, hepsinin kitapları, “Heil Hitler” haykırışlarıyla yakılmıştır. Cehalete dayanma ve toplumsal cehaleti kullanıma tek adamların vazgeçilmez rüyasıdır. Tutkusudur.

Hakkını bizzat sağlamak cehaletin vazgeçmeyeceği bir yaklaşımdır. Bu bağlamda “Silah – Külah” onların elinde destursuz bir ölüm makinası halini alır, bunları “İbrahim Tatlıses’e” yönelik son saldırı nedeniyle bir kez daha hatırladım. Olayı dikkatle izleyenler ekranlarda görmüşlerdir. Tatlıses’in bindiği arabanın önünde ve arkasında özel korumalarının bindiği iki araba var. Yani bir saldırıyı her an bekliyor. Uçmak soyadlı zanlı ile daha önce “niza”lı barış yemeği yemişler. Ayrıca “kan parası”nın da sözü ediliyor, insanın ne oluyoruz, Sicilya’da mıyız diyesi geliyor. Sokaklarımız ABD’de içki yasağının olduğu yıllara döndü. Filmlerde izlediğimiz Al Capone ya da Dillinger benzeri gangasterlere artık biz de sahibiz. Yeni serbesti sayesinde hepsini teker teker tanıyoruz. Elektrikleri yakıp kapatmak da etkilememiş, Erbakan rahmetli, fasa fiso bunlar “mum söndü” oynuyorlar derken geleceği işaret etmiş. Aymamışız.

Olayın bu “barbarca” yanı bir yana saldırının arkasından medyanın yayınlarıda içler açısı. Ünlü bir sabah programında sarışın sunucu günlerce Tatlıses güzellemesi yaparak, beyinleri yıkadı. Haber programlarının hepsi hastaneden canlı yayın yaparak Tatlıses’in sağlık durumunu yansıttılar. Urfalılar haberler iyileştikçe davullu zurnalı halaylar oynadılar.

Bu suikastın polis nezdindeki tanımı “vukuat”tır. Zaman ilerledikçe gerçekler ortaya çıkacaktır. Nedeni öğreneceğiz, ne var ki elini silahtan – külahtan hiç çekmemiş bir sanatçı ile karşı karşıya olduğumuzu asla unutmayalım. Kadını ezen, ona bir “meta” nazarı ile bakan bir “delikanlı” tipidir bu. Nitekim Başbakan’a çektiği iletide bunu kanıtlıyor. Onu icraatlarından ötürü değil “delikanlı” duruşuyla sevdiğini vurguluyor. RTE’de iltifatı seçim malzemesi olarak kullanıyor.

Seçime neredeyse iki ay kaldı (Nisan – Mayıs) kampanya başladı. Ne var ki endişelerçde yükseliyor. AKP’nin yurtdışı oyları konusunda kopardığı fırtına dikkat çekici. Sekiz sene bu bağlamda hiçbir adımı atmamış bir siyasal erkin YSK’nın kararını eleştirmesi gelecekteki mızıkçılığın ilk işareti.

Yaşım nedeniyle kendime yakıştıramadığım bir karamsarlığın etkisini fazlasıyla hisseder oldum. Seçim sürecinde ve sonrasında, istenmeyen bazı olayların olma olasılığını bir türlü gözardı edemiyorum. Makul bir bedelli askerlik yasasını referanduma götürelim demenin “akıl”lı bir yanı var mı? Yani, “ben halkıma hayır diyin dersem onlarda peşinden tıpış tıpış gelir” mantığı ürkütücü. Seçim süreci bu anlamda “vukuat”larla dolu olabilir.

Biz kendi “vukuat”larımızla boğuşur, ahkam keserken NATO, Birleşmiş Milletler kararını cebine koyarak Libya’ya saldırdı. Emperyal cüce’yi oynayan Sarkozy bu bağlamda en ateşli olandı. Kaddafi’nin tek adamı oynayan garip ve insancıl olmayan diktası ne kadar endişe verici ise bu müdahalede aynı endişeleri içeriyor. Tükenmekte olan petrol rezervleri önümüzde ki 40 – 50 yıl daha ancak yetecek kadar. Sonuçta bu kaynağın tükenişi halkları daha da ezen kararlara neden olacak. Libya’da petrol amaçlı bir emperyalist oyun tezgaha kondu. “İnsancıl” bir ütopya’yı öylesine gerilerde bıraktık ki… Neredeyse insan olmaktan utanacağız… Hele Davutoğlu’nun “kararı müdahaleyi destekliyoruz” sözünü duyduktan sonra… Diyecek tek sözümüz kaldı emperyalizmin önümüze koyduğu tek seçenek: İki ucu b.k’lı değnek. Buyrun burdan yiyin.