Teslimiyetçi Siyaset

Ülkemizde politikacılar konuşurken ne yazık ki düşünmüyor. Anlık bir olay ya da bir kararı nitelerken o günü temel alıyor. Tek deneyle tezler, kuramlar üreten bilginlerin düştüğü hata kuyusuna cup diye atlayıveriyor. Oysa deneylerin büyük sayılara ulaşacak kadar yinelenmesi gibi, bunun da ötesinde, bütünü, tarihi süreci bir kenara iterek tek olayı yargılamaya, eleştirmeye girişmekte bir başka yanlış. Bu yazdıklarımızın en güzel örneğini Ermenistan’la Türkiye’nin İsviçre’de imzaladıkları protokolü eleştiren CHP’nin Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’in söylediklerinde görüyoruz. Onur Öymen “AKP Teslimiyetçi bir politika işliyor” diyerek ilk bakışta haklı bir çıkış yapıyor. Fakat unuttuğu bir tarihi süreç var. 1943’de Yenice (Mersin) İsmet Paşa – Churchill mülakatı onu izleyen F.D. Roosevelt, W. Churchill ve İsmet Paşa’nın Kahire zirvesinden bu yana Türkiye “Teslimiyetçi Politika”yı adeta dış ve iç siyasetinin değişmez kuralı haline getirmiştir. İsmet Paşa, son cumhurbaşkanlığı döneminde (1946 – 1950) ABD neyi önerirse aynen uygulamıştır. Başkan Truman’ın askeri ve ekonomik yardım programını bir nimet algılamasıyla kabul etmiştir. Nato’ya katılmak için ısrarla ricacı olmuştur. Kore Savaşı’na asker gönderme kararına tek itirazı Anayasa gereği TBMM’sinde onaylanmaması noktasındandı. En sert muhalefeti yürüttüğü 1950 – 1960 döneminde, TBMM’sinde dış politikaya yönelik tek itirazına rastlayamazsınız. Dış İşleri Bakanlığı Bütçeleri hep tartışmasız ve de oy birliği ile geçmiştir. Sola karşı cephe almış, solcuların, sosyalistlerin mahkemelerde, cezaevlerinde ve de Sansaryan hanlarında en ağır işkencelerden geçmesine göz yummuştur. Kıbrıs’a havadan müdahalesi nedeniyle ABD Başkanı Johnson’unun bir mektubu ile sinmiş, harekâtı durdurmuştur.

Türkiye’de dış politikadan, vicdan özgürlüğüne, demokrasinin kurum ve kurlarına kadar bütün düzenlemeler ABD ve adım adım küreselleşme yolunda ilerleyen kapitalist düzenin gereksinimleri doğrultusunda yapılanmıştır. 12 Mart ve 12 Eylül Darbeleri bu yapılanmaya yeni düzeltmeleri sağlayan girişimlerdir. Büyükelçi Onur Öymen haklıdır. “Teslimiyetçi politika izlenmektedir” ABD ve AB bu teslimiyetin odaklarıdır. Görünmeyen, tartışılmayan asıl çekirdek ise neo-liberal küresel kapitalizmdir. Eleştirilecekse asıl bu gerçek hedef alınmalıdır. Alınmazsa teslimiyetçiliğin zımnen kabulüdür.

ABD ve AB eylemleri, yapılanmaları ve de istilacı politikaları ile insanlık suçlarından oluşan bir bataklıktan farklı değillerdir. Göz kamaştırıcı dış görünümleri bile artık bu hakikatin üzerini örtememektedir. ABD ve müttefikleri Latin Amerika, Afrika, Güney Doğu Asya’daki eylemleri ile “Korku İmparatorluğu” ve de “İşkence Makine”si olarak nitelenebilirler. İlk öğretmenleri İngiltere’dir. Hindistan ve Afrika’da nasıl bir şiddet politikası izleyeceklerini en küçük ayrıntılarıyla onlara bir ders gibi yansıtmıştır. Uygarlık öncüsü olan Büyük Britanya, Hindistan’da tüm zenginlikleri yağmalarken, halkın gerici, geleneksel yapı biçimine dokunmamıştır. Kast sisteminin insanı ürküten yapısına Hinduların dinsel törelerine dokunulmamıştır. Çünkü böyle bir toplumsal yapı sömürü için uygundu.

ABD ve yandaşları da aynı çizgiyi sürdürmektedir. Usta ve de bilgi dağarcığı sağlam olan Fransız yazarı. J. C. Grange’nin ülkemizde yayınlanan ve çok satanlar listesinin önde gelen kitabı “Koloni” adlı romanı bu bağlamda çok önemli katkıları içermektedir. Tabii iyi okunursa. Romanın odak noktası Şili’nin Sosyalist lideri Ailende’yi yıkan darbe ve sonrasındaki cinayetler. O dönemde, 1950’li yıllardan itibaren Latin Amerika’da ABD güdümlü darbeler çok revaçtaydı. Paraguay, Arjantin, Brezilya, Bolivya, Kolombiya bu darbelerin yarattığı diktatörlerce yönetiliyordu. Süleyman Demirel’in de devrilmesinden pek mutlu olduğu ve Bülent Ecevit’i Bülerde diye nitelediği günlerde, Cunda ve lideri Pinoche Şili’de acımasız bir işkence makinesi kurmuştu. Bu sistemin eğitmenleri ABD’li CIA ajanları, Fransız subayları ve “özerk” tarikat kisvesi altında eski Nazilerdi. Bu eğitmenler bir yandan Şili’li asker ve polisleri eğitirken, diğer yandan da işkence alanında yeni teknikleri de geliştirmekteydiler. Bu işkencecilerin daha sonra Fransa hükümetince sığınmacı olarak kabul edilmesi ve Nazi damgalı “Tarikat”a da özerk bir bölge tahsis edilmesi romanın ana konusu.

Polisiye romanlar iyi okunursa, gerçekleri daha çarpıcı biçimde bizlere öğretmektedir. Fransa’nın Kamerun, Çat, Cezayir ve de Ruanda’da ki soykırımları, bugün Doğu Kongo’da olan, dünyadan gizlenen kanlı terör, CIA’nin Romanya, Polonya vb. ülkelerde olduğu iddia edilen özerk yani dokunulmaz, girilemez, sağır siyah bölgeler işkence yuvaları, küreselleşen kapitalizmin örtülen “hunhar” yüzünün simgeleridir. Vietnam, Irak cinayetleri ise pervasızlığın ve de dokunulmazlığın örnekleridir.

Sermaye yaşamını geliştirerek sürdürebilmek için, acil olarak, yeni enerji kaynaklarına el koyma peşindedir. Nitekim Castro geçenlerde “Amerika petrolü istiyor” diyerek ABD – Kolombiya yakınlaşmasının gerçekçi yorumunu yapmıştır. Son Başkanlık Kampanyasında Cumhuriyetçilerin Başkan Yardımcısı dişi sırtlan Bayan Palin’de “Amerika gereksindiği petrole sahip olmalı” demişti. Obama’nın da farklı düşündüğünü sanmıyorum.

Toplumsal mücadelenin önünü kesmek için yeni yöntemler geliştirilmektedir. Bir yandan yoksullaşan kendi halklarını, bir yandan ekonomik egemenliklerini, kabul ettirdikleri diğer ülke halklarını sindirebilme amacıyla içine kapanık, kaderine razı, dini ve mistik ritüellerin kapanına sıkışmış bir inancı aşılamaya tüm gayretleriyle çalışıyorlar. Kapitalist düzen bugün dine ve mistik öğelere her zamankinden daha muhtaç. Bu eğilimi pekiştirmek için medyayı, sanatı, edebiyatı fütursuzca kullanmayı ihmal etmiyorlar. Elif Şafak’ın yüzlerce baskı yapan, pembe dizilerin simgesi pembe bir kapakla basılan, “Aşk” adlı romanı bu kullanımın son örneği. Kitabın iki kahramanından birincisi “Desperate House Wives”ı, yani mutsuz Amerikan ev kadının tipik bir örneği ile ailesi, diğeri ise İskoçyalı Fas’ta bir dergahta Sufi olmayı öğrenmiş, sonradan İslamı seçen Aziz. Hikâye iki çizgide gelişiyor. Aziz ve Ella’nın aşkı, Şems-i Tebrizi ile Mevlana’nın çizgisi.

Mevlana ve Mevlevilik sürekli olarak kitabın asal motifi olmasına karşın, çift Aziz’in son demlerinde Konya’ya geliyor. Konya’yı kitapta “Loş, beyaz bir hastane odası ve de bıyıklı doktor ile başörtülü hemşire” yansıtıyor. Öykünün üstü örtülü ana teması ise mistik bir pasifizm, kadercilik. “Hakk’ın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine teslim ol”, “Kendisini sevmeyen birisinin sevilmesi mümkün değildir” gibi kurallar bu yaklaşımın önerileri. Aziz’in mektubunun şu cümlesi kitabın yaklaşımını daha bir öne çıkarıyor. “Modern dünyada gitgide büyüyen bir açmaz var… Bugün, tıpkı modernite öncesi olduğu gibi maneviyata ilgide patlama yaşanıyor.”

Şems-i Tebrizi’nin öldürülmesi, Şems – Mevlana birlikteliği son yılların sık işlenen konuları. Gariptir kitabın Türkçe (sanırım İngizce) yazmayan Elif Şaphak (!) imzalı, arızalı (kendi deyimi) hanım kızın verdiği mesajda kendine ait değil.

Görülüyor ki teslimiyet kötü bir eğilim. Ama bununla mücadele edecek, yığınları miskinler tekkesine sokmağa çalışanlara isyan edecek son örgüt ve insan CHP ile onun Büyükelçi emeklisi yöneticisi Onur Öymen’dir. Yapay bir rol çalma bile ustalık ister. Maskeli Balo’da değiliz.

Not: İlk gençliğimde bana futbol sevgisini aşılayan, Muharrem Gülergin ve daha nicelerinin ter döktüğü Adana Demirspor içimizi ısıttın. Sen çok yaşa…