Soykırımı Tanımlamak

Türkiye’yi “soykırım”cı olarak sürekli itham eden, cezalandırmak için en küçük fırsatı kaçırmayan Ermeniler ve onları destekleyenler ülkemizde de taraftar buluyor. Hatta Ermenilerden af dileyerek imza verenlerimiz bu etkinliği “ilericilik”in gereği olduğunu da söylemektedirler. Bu tartışmalı savı bir yana bırakalım, öncelikle “soykırım” teriminin tanımlamasıyla işe girişelim. “Soykırım” deyimi İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyanın gündemine girdi. Hitler ve onun “Yeni Nizam” diye adlandırdığı Nazi rejimi milyonlarca Yahudiyi toplama kamplarında öldürmüştü. Bu katliam, bir etnik grubun amaçlı ve bilinçli olarak ortadan kaldırılmak istenmesi şeklinde yorumlanarak “soykırım” terimiyle nitelendi. Daha sonra cephe gerisindeki Ermeniler’in 1915’te güney illerine (Suriye vb) göçe mecbur edilmesi, bu göçün gerçekleşmesi sırasında önemli bir bölümünün çeşitli nedenlerle ölmesi hadisesini Ermeni diasporası soykırım olarak niteledi ve güçlü propagandası ile bir çok ülkeye de bunu kabul ettirdi.

Her 24 Nisan günü bu soykırım savı törenler ve söylemlerle yinelenir ve ülkemiz yöneticilerinin gözleri Washington’a endişeyle çevrilir. ABD Başkanı “Ermeni soykırımı” savını destekleyecek bir şey söyleyecek mi diye merakla izlenir. Oysa Başkanın böyle bir sözü dillendirip, dillendirmemesi hiç önemli değildir. Eğer ABD halkının düşüncesini yansıtan bir anket yapılsa “soykırım yapılmıştır” kararının büyük bir çoğunluk tarafından onaylanacağı görülecektir. Çünkü ABD’de yığınları sadece propaganda düzeneğini iyi kullanan taraf etkilemektedir. Üstelik Ermenilerin Hristiyan olması da artı puandır.

“Soykırım” savı, gerçek katliamları göz kırpmadan gerçekleştiren emperyalist devletlerin kendilerini temize çıkarmak için ustaca kullandıkları bir yanılsamadır. Sınıflı toplumların doğuşundan bu yana “katliam” diye nitelenebilecek tüm olayların müsebbibi “egemen sınıf”lardır. Öncelikle sermaye birikiminin gündeme geldiği 14. yüzyıldan bu yana bu olgu yadsınmaz örneklerle doludur.

Hemen iki örnek üzerinde duralım. Eduardo Galeano’nun “Latin Amerikanın Kesik Damarları” yapıtı Güney Amerika talanını ve yerli halkın kadın çocuk demeden kılıçtan geçirilmesini, kırılmasını yansıtır. Nitekim bu kitabı Mayıs 2009’da Venezuela Başkanı Hugo Chavez ABD’nin çiceği burnunda siyahi başkanı Obama’ya hediye ederek hem kendi dedelerinin köleleştirilmesini, hem Güney Amerika’nın bitmeyen kırımını ve yağmasını hatırlatmıştır. Bir başka örnekte Şilili yazar İsabel Allende’nin “Canım Sevgilim Inez” romanıdır. Allende bir belgesel niteliğindeki bu romanında İspanyol fatihlerinin Peru ve Şili’yi istilâ ederken işledikleri katliamı gözler önüne sermektedir. Afrika, Güney ve Güneydoğu Asya’da, Avustralya’daki yağmaları , köleleştirme ve katil eylemlerini ciltlerle yapıt sergilemiştir. Sömürgeleştirme ve sonraki aşamalarında “Kapitalist ya da pre-kapitalist” dönemin cinayetleri saymakla bitmez. Katliam ve tehcir (zorunlu göç) emperyalizm her zamanki politikasıdır.

Buna bir örnekte kendi geçmişimizden verelim. Elimizdeki sayısal bilgilere göre 1844 sayımında Osmanlı İmparatorluğu nüfusu 35.350.000 olarak tahmin edilmekteydi. Bu nüfusun yaklaşık 12 milyonu Türk’tü. 1914’de (yani I. Dünya Savaşı'nın başında) toplam nüfus 18.520.000’dır. Bunun Müslüman olan kesimi 15.049.800’dür. Bu nüfusun içinde 5 milyon dolayında Arap ve Kürt olduğu bilindiğine göre 10 milyonu Türk olarak nitelenebilir. Yani 1844-1914 arasında İmparatorluğun sınırları içinde Türklerin sayısı yüksek doğurganlığa karşı yaklaşık iki milyona yakın azalmıştır. Bu iki milyona ne olmuştur. Bunun yanıtı tekdir: Balkan Tehciri. Balkanlar karış karış elden giderken kıyım ve göç yollarında (özellikle Balkan savaşı bozgununda) yitirilmiştir. Ermeniler tehciri “soykırım”a dönüştürürken biz ne diyelim. Cumhuriyetin ilk sayımında 13 milyona (bu sayıya azınlıklar, Kürt yurttaşlar dahildir) ancak ulaştığımıza göre kıyımın faturası ortaya çıkar. Emperyalist ülkeler sömürge, yarı-sömürgelerin halklarını bilinçli kıyımlar, sağlıksız koşullar, açlık ve fukaralığın yarattığı kırımlarla (milyon değil milyara) yakın ortadan kaldırılmışlar, nesilleri tüketmişlerdir. İnka’lar, Maya’lar, Aztek’ler Afrika uygarlıkları, Kuzey Amerika yerlileri… saymakla bitmez. Ama emperyalizm bu suçunu üstlenmez, kıyılanları suçlar. Hitler’in toplama kamplarında ölüme terk ettiği sosyalist, komünist ve sendikacıları kimse anımsatmıyor. Buna İtalya, İrlanda, ispanya iç savaşındaki sol kıyımı da ekleyebilirsiniz. Özellikle filmlere konu olmuş Vietnam katliamını nasıl unutabiliriz.

Soykırım artık biçim değiştirmiştir. İnsanlar artık açlıkla, fukaralıkla, sağlık sistemi ile kırılmaktadır. Obama’nın kıytırık sağlık sigortasını bile “sosyalist”likle suçlayan ABD’de nüfusun %30’unun sağlık güvencesi yoktur. Yani Amerika kendi vatandaşını kırmaktadır. İlaç tekellerinin dünya çapındaki kıyımına ne denir. Afrika’da AİDS vb gibi hastalıkları hemen bütün kuşakları tehdit etmektedir. Hindistan, Endonezya, Malezya örnekleri gözler önündedir.

Neo-liberalizmin yarattığı cehennem inanılmaz çelişkilerle gelişiyor ve bir “insanlık suçu” oluşturuyor. Şu bilgileri bir okuyalım. Dünya Bankası verilerine göre Türkiye bu yıl ekonomik büyüme açısından 13. sıradaymış. Gelecek yıl 12. olacakmış. Peki işsizlik hangi sırada? İlk dörtte. Yoksulluk, açlık başka bir illet. Büyümede ilk üç sırayı önümüzdeki iki yıl Çin, Hindistan ve Endonezya teşkil ediyor. Çin’i bir yana bırakalım (daha fazla bilgimiz olmadığı için). Hindistan ve Endonezya’da büyümenin kaymağını nüfusun ancak %10’unun yediğini biliyoruz. Kastlar, açlık, fukaralık, ölümcül hastalıklar bu ülkelerin asal özellikleri.

İşte gerçek soykırım bu resimde gözüküyor. Dünya nüfusunun %80-85’i kıyıma uğramaktadır. Açlıktan, hastalıktan, noksan beslenmeden, sömürüden, yoksulluktan bir sefalet kümesine dönüşmüştür. Gerçek soykırımı böyle tanıyalım. Neo-liberal küreselleşmenin yalanlarına kanmayalım. “İnsanlığın kıyımı”nın suçunu onlara iade edelim.

Not: Geleceğin emekçilerinin yani bugünün çocuklarının bayramı ile ilgili düşüncelerimi gelecek haftaki yazıma bırakıyorum.