Sıcak, fırtınalı bir yaza merhaba

Zor günleri bekliyoruz. Ülkemizde olanlar akılları çorbalaştırdı. Neye inanacağımızı bilemiyoruz bilmenin ötesinde kestiremiyoruz. Bir deli dalgalı okyanusun ortasında çalkalanıp duruyoruz. Adım adım tüm güvencelerimizin yıkıldığını görüyoruz. Yarınsızız… Eskiden geleceğimize ilişkin tasarılarımız vardı. Onları yitirdik. Bilinçli bir saldırıydı bu. Sadece yurdumuza değil, tüm küreyi hedef alıyordu. Bu yazdıklarım yolda, kahvehanede, parkta insanların yüzlerindeki çizgilerden okunuyor. Bense biliyorum bu böyle devam etmez. Ama boynu iyice bükülmüş yığınlar farkında değil.

Gelin bugünü geçmişten yaşanmış bir anı ile betimleyelim. Tevfik Fikret, Hüseyin Cahit, Mehmet Rauf, İsmail Sefa bir iftar sofrasında buluşmuşlar. Yemekten sonra sohbet koyulaşırken içeri, “Daha beter ol” sözüyle Hayret Efendi girmiş. Hayret Efendi Hüseyin Cahit’i tanımadığı halde ondan hiç haz etmezmiş. Muziplik olsun diye içlerinden biri “Efendi Hazretleri, Hüseyin Cahit’in makalesi hakkında ne buyurursunuz” diye sorunca Hayret Efendi şu yanıtı vermiş: “Cahillik bence üç türlüdür: Cehl-i Basit, bilmemektir Cehl-i Mürekkep, hem bilmemek, hem de bilmediğini bilmemektir Cehl-i Mikap, hiçbir şey bilmediği halde her şeyi ben biliyorum diye iddia etmektir. İşte Hüseyin Cahit böyle bir cehl-i mikaptır.” Kuşkusuz, Hüseyin Cahit, Hayret Efendinin nitelediği gibi “Cehl-i Mikap” yani cahil küpü değildi. Ama, günümüz Türkiye’sinin siyaset arenasında, gazete köşelerinde, akademik kürsülerde nice cehl-i mikaplar icra-i faaliyettedirler.

Sıcak ama fırtınalı yaza bu ortamda giriyoruz. Savaşa kadar tırmanacak nice girişimlere bu mevsimde tanık olacağız. Odak noktası bu kez Pakistan olacağa benziyor. Bu bağlamda ilk belirtiyi ABD “Secretary Of State” makamında oturan Hillary Clinton verdi. Bu ülkenin örgütlenme şemasında “Devlet Sekreterliği” Başkan ve Yardımcısından sonra üçüncü sırada yer alır. Bayan Clinton beyân ettiler ki “Pakistan’daki üst düzey yöneticiler Usame Bin Ladin’in yerini biliyorlar”. Anlaşılıyor ki ABD İran’ı doğudan da kuşatmak, Orta Asya’ya giden kanallara bütünüyle egemen olmak için Pakistan’a Irak gibi yerleşmek niyetindedir. Artık bu yerleşme kanlı mı, kansız mı olacak zamanla göreceğiz.

Türkiye açısından yazla gelecek fırtına seçim sandığı ile gürleyecektir. Bu sandık ya referandum ya da genel seçim sandığı olacaktır. Zaman hangisiyle karşılaşacağımızı gösterecektir. Ne var ki hangi sandığa gidersek gidelim yıldırımlı, sağanak ve gök gürültülü bir Muson fırtınası bizleri bekliyor. Halkımız tüm olayların oluşumu süresince yine Çeşme, Alaçatı, Bodrum’u oradaki mekanlarda yaşananlarla oyalanacak, Dünya Kupası'yla afyonlanacaktır. 2008 UEFA, Avrupa Şampiyonası finallerini anımsayın. Bu kez oyunlarda Türkiye yok ama amiyane deyimiyle geyiğinde bol bol yer alacaktır. İşin içinde İddia vb., gibi şans oyunları da (kumarın ılımlı ifadesi) yer alınca bazılarının dünya bile umurlarında olmayacak.

Yazı her şeyin unutulduğu bir tatil dönemi olarak algılayan zihniyet ne yazık ki sermaye egemenliğindeki medyanın da işine gelmektedir. Gazeteleriyle, radyo ve televizyon kanallarıyla bir “vur patlasın, çal oynasın” havası adeta tek seçenek olarak sunulmaktadır. Güneşin altında hareketsiz yatan ikoncanlar, beach’lerde boy gösteren “sitare”cikler, yakışıklı delikanlılar, sanki ülkenin gerçek görüntüsü imişçesine yansıtılmaktadır. Kadın, erkek, çocukların gök’ün bakır, yerin demir olduğu tarlalarda çalışmaları, Çukurova, Harran, Ege yörelerinin ırgatları, Karadeniz’in fındık derleyicileri, Güneydoğu’nun karlı dağları görüntülerde yer almaz.

Çocuklarımıza kışın sadece ders kitabı okutmayı öğütleyip yazları onları kitap okuma zorunluluğundan azat edenlere ne demeli. Aydınlarımız, gazetelerde ki köşecilerin, “tatilde ne radyo, ne televizyon izledim, gazete okumadım, kafamı boşalttım” öğüdü vermelerine ne dersiniz… Kitap sanki düşmanımız. Otobüste, metroda yolculuk edenler içinde kitap okuyana ne kadar az rastlanır. Çocuklarımızı doğduklarından itibaren kitap düşmanı olarak yetiştiriyoruz.

Devletimiz Nazi Almanyası'nda olduğu gibi meydanlarda kitap yakmadı ama en küçük bir suçlamada evlerimizde önce kitapları topladılar, korkarak onları bizzat imha etmemizi özendirdiler. Günlerce, yıllarca ekranlarda silah, bomba ve kitaplar yakalanan suç unsurları olarak birlikte sergilendi. Düşünce her zaman kitaplar yoluyla suçlandı, cezaevlerine gönderildi.

Yazlarımız, boş saatlerimiz her anıyla metalaştırılarak işgal edilirken, tek özgürlük alanımız “okuma” eylemimiz gereksiz ve akla zarar veren bir edim olarak dışlandı. Dünya ve Türkiye hızla krizden krize koşarken Rey kardeşlerin ünlü operetinin şarkısını sahillerde hep birlikte söyleyerek tepiniyoruz. “Alabanda, yaşasın hayat”. Oysa hayat yaşamaz “cehl-i mikab”ı, “cehl-i ebed”de dönüştürdüğümüz sürece.