Oval Ofisteki Fısıltılar

Geçen hafta gözler yeni dünyaya çevrildi. Başbakan Erdoğan, ABD Başkanı’nın daveti üzerine ABD’ye gitmişti. Çağrı Ekim’de yapılmıştı ama icabet Aralık ayına kaldı. “Stratejik” ya da bugünlerdeki deyimiyle “Model” ortak olan iki ülke arasında bu gibi zirve toplantılarının olması doğaldır. Ne var ki bu kez ilginç bir durumla karşı karşıya kalındı. Obama ısrarla Başbakan Erdoğan’la yalnız, baş başa görüşmek istedi. Erdoğan’ın Dışişleri Bakanı’nın da görüşmeye katılmasına yönelik arzusunu, Washington büyükelçimiz Naci Şensoy Beyaz Saray’a iletti ise de kendisine yanıt verilmedi. Bu konu daha sonra çok konuşuldu. Ne var ki asıl skandalın üzerinde durulmadı. Şöyle ki bu tip sadece iki kişi arasında gerçekleştirilen zirve toplantıları uluslararası ilişkilerde teamül değildir. İkinci Dünya Savaşındaki zirvelerde bile rastlanmamıştır.
Teamül, tarafların birer tanıkla (çoğunlukla Dışişleri Bakanı, elçi vb gibi) toplantıya katılınması, konuşulanların bir tutanakla devlet arşivine geçirilmesidir. Kuşkusuz bu tutanak belli bir süre kamu oyundan gizlenecektir. Tıpkı TBMM’sindeki gizli oturumların zabıtları gibi. Toplantıdan sonra yapılan basın toplantıları da her zaman aydınlatıcı olmaz, bu kez olduğu gibi.

Nitekim bu gizli toplantıya ilişkin çeşitli spekülasyonlar şimdiden yapılmaya başlanmıştır. Obama neden görüşmenin iki lider arasında geçmesinde ısrarlı olmuştur? Toplantıya katılan çevirmen kimdir hangi kuruma bağlıdır? Bunların yanıtını bilmiyoruz. Obama’nın ısrarını kendi ekibi bilmektedir. Ne söyleyeceği zaten önceden çeşitli analistlerin, istihbarat örgütlerinin raporlarına dayanarak yetkililerce saptanmıştır. Fakat Türkiye’nin Başbakanının durumu aynı değildir. Obama tarafından resmen açığa düşürülmüştür. Davutoğlu’nun Oval Ofisin kapısından döndürülmesi de bunun kanıtıdır. Bu arada Beyaz Saray’ın Naci Şensoy’un önerisine yanıt vermemesi ayrı bir skandaldır. Sarkozy’nin Cumhurbaşkanı Gül’ün yanında sakız çiğnemesini günlerce gündemde tutan medyamız, ondan daha ağır bir “küçümsemeyi” içeren bu skandala değinmedi. Tam aksine Başbakanı ve Obama’yı göklere çıkartan vıcık vıcık yıkama-yağlama kokan düzmece haberlere, köşe yazılarına yer verdiler. Kimsenin aklına (muhalefette dahil) Oval Ofis’te el ele, diz dize fısıldaşmanın sorgulanmasını yapmak gelmedi.

Bu fısıldaşma, gelecek aylarda, Başbakanı bir çok açmazla karşı karşıya bırakacaktır. Atacağı her adım taviz ya da eksen değiştirme olarak nitelenebilecektir. Bunları yadsıyamayacak, yadsısa da en azından inandırıcı olmayacaktır. Oval Ofis, Türkiye yönünden kuşkulu bir “sağır” odaya dönüşmüştür.

Medyaya yansıyanlara göre yandaşların övgülerini bir yana bırakırsak son zirve Türkiye yönünden pek parlak geçmemiştir. Basın toplantısında yer alan son “açılım” furyasının ABD yönetimince hararetle desteklenmesi bence dikkatle okunması gereken bir destektir. Bu destek Kürt açılımının itici ve yönetici odağının ABD olduğunu ortaya koymuştur. AKP önderlerinin ısrarla bu bizim projemiz savlarının gerçeği yansıtmadığı meydana çıkmıştır. İran’ın nükleer tesisleri yönünden ABD’nin savaşa kadar uzanabilecek politikasının bir ayağının Türkiye’ye dayandırılacağı da açıktır. Başbakanın Mısır’lı gazeteciye verdiği İsrail’i bir manada tehdit eden demeç de kanımca ABD’ye boyun eğmediği izlenimini vermek isteyen cılız bir salvodur.

Bu haftadan itibaren Türkiye’yi ve Başbakanı zor günler beklemektedir. İnönü’nün uzun deneyimlerinin ürünü bir sözü vardır: “büyük devletlerle işbirliği yapmak, ayı ile yatağa girmeye benzer”. Hele bu “ Düvel-i Muazzama” kapitalist düzenin ağababası olursa yatağınıza giren ayı değil “aç bir kaplan” olacaktır.

Zaten içinde yaşadığımız kopkoyu dumanlarla örtülü ortam, Oval Ofis fısıltıları sonunda daha koyulaşmıştır. Anayasa Mahkemesi'nin verdiği son karar bugün sokaklara inmiş kargaşayı, çatışmayı daha da bir keskinleştirecektir. Açık olarak anlaşılmıştır ki ABD ve AB Kürt kartıyla Türkiye’yi köşeye sıkıştırmıştır. Aynı Yugoslavya gibi demeye dilim varmıyor.

Molotof kokteyleri, şenlik fişeği ve de bol taşla başlayan nümayişler adım adım yayılma istidadındadır. Bunlara karşın diğer mitingler, yürüyüşlerde artmaya başlayacak, kentler etnik kavgaların ortamı olabilecektir. Bu kaos Türkiye’yi nereye götürür bugünden bilinemez. Tek umut genel seçime götürmesidir. Peki daha sonra?

Seçim sonucunda AKP iktidarı kaybedebilir. Fakat gelen iktidarlar “Oval Ofis Fısıltıları”nı yok edebilir mi, yoksa onlara daha mı fazla biat eder mi? Bunlar yanıtlanması zor sorular, gelinde bu puzzle’ı (Arınç’ın deyimidir) çözerken sosyalist bir uyanışı bir zamanlar Eurovision şarkı yarışmasında yer alan “Yarınlar Bizim” diyen inancı aramayın.

Dikkat ! : bu yazıyı okuduğunuz gün, Domuz Gribi’nden ölenlerin sayısı beş yüze yaklaşmış olacak. “Aşı yapın” çağrılarına beklenen ilgi yok. Çünkü kafalar karışık ne ilaç tekellerine, ne de anlı-şanlı hükümetin Bakanlarına olan güven kaybolmuş. Kapitalist düzenin post-modern ve mistik beyin yıkayıcıları kafaları iyice karıştırmış durumda. İnsancıkların tek güvencesi sadece Tanrı. Başbakan da Türkiye’nin imamı olarak aşı olmayacağını beyân edince bu manzara daha trajik hale geldi. Hala ölüm sayısının bile doğru olduğuna inanamıyoruz. Yaradanın yarattıklarını sevdiğini söyleyen kişi bu kadar ölümün, anaları çocukları, babaları ağlatmanın günahını ödeyebilecek mi?