Neresi doğru ki…

Ünlü öyküdür deveye sormuşlar, niye boynun dik değil, o da “Nerem doğru ki” diye yanıtlamış. Ülkemizin tarumar edilmiş “Yurtta Barış, Dünyada Barış” ilkesinin yerine gelen “Kindar” politika dış ilişkilerimize de yansımaya başladığı bu günlerde Başbakanımızın çatmadığı ülke neredeyse hiç kalmadı. Yıllardır, bize zararı dokunmadan komşuluk yaptığımız , “dini bayramlarda” sınırı açarak bölünmüş aileleri mutlu ettiğimiz bu ülke artık boy hedefi. İş o düzeye indirgendi ki, ekranlarımızın yeni gurusu Nagehan hanım “Esad’ın bir şekilde halledilmesi gerekir” fetvasını “destursuzca” verdi. Geldiğimiz bu nokta, ülkemizde her şeyin “şirazesinden çıktığı”nı pek güzel yansıtmaktadır.

Bir başka ülkenin liderine diplomatik lisana uymayacak sözlerle saldırmanın bir örneğini yıllar önce “Hitler”de tanık olmuştuk. Beyoğlu’nda Saray Sinemasının hemen yanında Şark Sineması vardı. Sadece Alman filmleri getirirdi. “Marıka Röck”ün paylaştığı müzikaller o yıllarda pek revaçtaydı. Bu sinemada filmden önce haber kurdelaları da oynatılırdı. Hitler’in her uzvunu kullanarak yaptığı o çılgın konuşmalara bu belgesellerde tanık olurduk. Keşke Hitler’li şampuan reklamı yasaklanmasaydı da izleyiciler bazı ilginç benzerlikleri fark etseydi.

“Kin’ine sahip ol” sözü sanırım Necip Fazıl’ın kifayetsiz ihtirasının ürünüdür. Çıkardığı “Büyük Doğu” dergisini, hükümete yönelik bir şantaj aracı gibi kullanıp kumar parasını çıkaran bu yazar, kendi zaafını “Nam-ı Diğer Parmaksız Salih” adlı piyesi ile adeta itiraf etmiştir. Sanırım daha sonraları kendi düşün çizgisini yansıtan “İBDA” hareketinin genişlemesine de ömrü vefa etmemiştir.

“Kin’ine sahip Ol” şiarı iç politikada yararlı olabilirse de (o da bir süre) dış politikada geri teper. Nitekim, İran lideri Ahmedinecat kendisini bir gün kapısında bekletti. Ülkenin önde gelen politikacılarından bir başkası da “Türkiye’yi güvenilmez ülke” olarak niteledi. Bir ölçüde de haklıydılar. Buna beş yüz yıllık bir tarih tanıktır.

Şimdi şu soruyu Dışişleri Bakanı’na yöneltelim. “Türkiye’nin yaklaşık beş yüzyıl değişmeyen sınırı hangi ülkeyledir?”. Sanırım Malezya’dan müdevver Bakan bilemez. Çevresinde Oral Sander, Hatice Tuncer gibi danışmanları da olmadığından susar. Oysa, yanıt çok basittir. Türkiye ile İran arasındaki sınır Yavuz Sultan Selim’in “Çaldıran” seferinden sonra hemen hiç değişmemiştir. İran ve Türkiye o günlerden bu yana ciddi bir çatışmaya yol açacak her şeyden kaçınmışlardır. Padişahlar, Şahlar değişmiş ama bu sınırda ne bir kılıç parlamış ne bir top patlamıştır.
Cehalet insanı her türlü hatayı yapmasına yol açan bir virüstür. Ne Osmanlı dış politikası, ne de bugüne kadar Cumhuriyet’in izlediği dış siyaset bu çizgiden ayrılmamıştır. Tanzimat’tan sonra dış politikayı belirleyen Mustafa Reşit Paşa, Âli Paşa, Keçeçizâde Fuat Paşa bu çizgiden sapmamış, maceradan kaçınmışlardır. Bu bağlamda Cevdet Paşa’nın ünlü tarihi bir çok örnekle doludur.

Cumhuriyet’in temelleri, kökleri 1860’lara dayanan “Genç Osmanlılar” hareketine dayanır. Ne var ki on yıllık çetin savaş yıllarından sonra Libya’da odaklaşan İtalya Savaşı, Balkan Savaşı, I. Dünya Savaşı ve Bağımsızlık (Milli Mücadele) Savaşı, Genç Türkiye Cumhuriyeti'ne tek şey öğretmiştir. Savaş, kıyametin yeryüzündeki yansımasıdır.

Bugünkü siyasal erkin kodamanları acaba İkinci Dünya Savaşının, Kore ve de Vietnam müdahalelerini inceledi mi? Bıraktım olayların resmi belgelerini o savaşlarla ilgili romanları okudular mı? Örneğin Tolstoy’un “Harp ve Sulh"unu ya da Victor Hugo’nun “Sefiller”inde ayrıntılı yer alan Fransız-İngiliz Savaşını. Ehrenburg’un “Fırtına”sını ya da yenilerde yayınlananlarda yer alan Stalingrad savunmasının sayfalarını karıştırdılar mı? İnönü’nün bir mitingde, vatandaşın “asker ruhunu unutturdunuz” sözüne “Babalarınızı kurtardım” yanıtı üzerinde kafa yordular mı?

Cumhuriyet Hariciyesinin ünlü isimleri İnönü, Dr. Tevfik Rüştü Aras, Saraçoğlu, Menemencioğlu ve niceleri asla savaş yanlısı bir politikanın rüzgarına kapılmamışlardır. İkinci Dünya Savaşı sırasında İngiltere’nin tüm baskılarına karşın (Yenice ve Kahire toplantıları) İnönü’nün tavrı değişmemiştir. İstiklâl Savaşından bu yana, Türkiye’nin I.Tugayla yer aldığı Kore Savaşının şehitleri hala anılarımızda yer almaktadır. Nitekim ABD’nin sonraki Vietnam seferine katılmadık. Irak serüvenini, Özal’ın hırsla istemesine karşı, TBMM elinin tersiyle itti. Bir batağı teğet geçtik…Malezya’dan gelme, “Derin Strateji”si iflas etmiş birinin peşinden Suriye macerasına girişmek abesle iştigal olurdu. Nitekim birileri “höt” dedi, bir günde Suriye unutuldu, eski mağduriyet defterleri açıldı. Yeni tutuklamalar, TV ekranlarında cadı’ların ahkâmları “laf olsun, torba dolsun” örneği. Bir süre de bununla oyalanırız. Bugünkü siyasal erkin mıncıklamadığı tarihi olaylarla avunması bir çeşit acizden başka bir anlamı yok.

Merak ediyorum. Sultan Aziz’i deviren hareketi ne zaman “Rahle-i Medya”ya yatıracağız. Çünkü Sultanın ölümü şaibeli…Deşilmeli. Arınç, “İstiklâl Mahkemeleri”ne kadar uzandığına göre, Aziz’in ölümü niçin gündeme gelmesin? Kabul edelim Türkiye’de siyaset yaşamı ağır hasta… Eskiden biraz üşütüp öksürdük mü sırtımıza kupa çekerler, sonra da tendürdiyot sürerlerdi. Sırtımız ekose kumaşa dönerdi. Ne var ki bugünkü siyasal yaşamımızın hâr’ını kupa çekmek almaz…Sülük tedavisi gerekir. Kirli kan emilmeli.

Bu eski defterler, veresiye hesabı görmek için mi çıkarıldı. Bunun yanıtı “Hayır”dır. Halkı oyalamak, kandırmak, eski bir tabirle “efsunlamak” için sergileniyor bu tablo. Halkımız derin komasından, uyanmasın diye. Namık Kemal’in ünlü dizeleri, mevcut iktidarın amacını açıkça yansıtmaktadır:

Ne utanmaz köpekleriz
Kimi görsek etekleriz.

Kemal’in bu nitelemesi TV ekranlarının geveze akıl hocaları, yorumcuları için de geçerlidir.