Meclis'in Feshi

Mithat Paşa, Namık Kemal vb ilerici Osmanlıların baskısıyla 1876 Anayasası hazırlandı. Anayasa'nın padişah tarafından “Ferman-ı Humayunla” ilan edilmesi için tahta yeni çıkmış olan 2. Abdülhamit’e gidildiğinde, imzalamak için tek koşulunu söyledi: Gerektiğinde “Meclis-i Mebusan'ı feshetme yetkisinin kendisine verilmesi.” Batı Anayasalarını bilen Mithat Paşa ve arkadaşları böyle bir hakkı vermekte sakınca görmediler. Ne var ki “Meclis-i Mebusan”ın ikinci döneminde, “93” savaşı diye bilinen Osmanlı – Rus savaşını bahane eden 2. Abdülhamit Meclis'i festhetti ve 30 yılı aşkın, bir Tiran gibi, ülkeyi yönetti. Aydınlar, halk, baskılarından çok çekti. Sürgünler alabildiğine genelleşti. Mithat Paşa Taif’teki zindanında boğduruldu. Namık Kemal benzer bir biçimde yaşamını yitirdi, o dönem bugün “istipdat” yani dikta dönemi olarak anılır.

Meclisi bir fermanla feshetme, Osmanlı döneminde, meşrutiyet rejiminin üstünde Demoklesin kılıcı gibidir. 1912 İtalya savaşı sırasında, Küçük Sait Paşa, Harbiye Nazırlığı'na atayacak bir kişi bulamayınca bunu bahane ederek Meclis'in feshini istemiş ve de sağlamıştır. Meclisi fesh olgusu, Damat Ferit’in, mütareke dönemindeki ihanete varan yönetim özgürlüğünü sağlamıştır. Bu deneyimler öylesine baş ağrıtmıştır ki, 1924 Anayasası'nı hazırlayan komisyonun “Kuvvetler Birliği” ilkesini kabul etmesine karşın, Yunus Nadi’nin tüm uğraşları rağmen, Cumhurbaşkanı'na (yani Gazi Mustafa Kemal’e) bu yetkiyi vermemiştir.

Bir ülkede, “Ulusal Egemenliğin” simgesi olan Meclis’in hiçbir siyasal organ tarafından feshedilmesi düşünülemez.

Meclis sadece iktidar tarafından feshedilmez muhalefet de aynı yönteme başvurabilir. 1946 – 1950 döneminde Demokrat Parti çeşitli haklı nedenlerle, “Sine-i Millet”e dönmekten söz etmişse de (birkaç oturumu protesto dışında) buna başvurmamıştır. 1965 – 69 yılları arasında devrimciliği soyunan gençlerin (1968 kuşağı) parlamentoyu suçlaması sadece “bir çocukluk hastalığına” benzetilebilir.

Tek adam olma sevdasında olanlar, Meclis’ten pek hoşlanmazlar. RTE de son yemin krizi nedeniyle “ister gelirler – ister gelmezler biz yolumuza devam ederiz” mealinde konuşarak bu boykutun kimin işine yaradığını ortaya koymuştur.

CHP’nin neden beklediği oyu alamadığını irdelemeden, çelişkili eğilimlerin oynaştığı grubuyla bu yola girmesi iktidar kadar Meclisi sevmediğini, bu kuruma inanmadığını ortaya koymuştur. Zaten seçime girerken hedef olarak %30 düzeyini kafasına koyan bu partinin neden siyaset yaptığını zaten anlamak mümkün değil.

Bir başka nokta var ki o daha da umut kırıcı AKP’nin iktidar dönemi “muhayyel” bir darbe paranoyasının sergilendiğini bir kuşku dilimidir. Askerle uğraşmak Osmanlıdan günümüze siyasal erkin ana gündemidir. Yeniçeri ocağı, Osmanlı sarayının devamlı bir korku tünelidir. Osmanlı Sarayı temelinde büyük bir temizlik yuvasıdır. Padişahlar, haremdeki kadınlar, vüzera, umera birbirleriyle kanlı düşman gibi hırlaşırlar, gereğinde öldürürler. Yeniçeriler bu katliamlarda sürekli taraf olurlardı. Bu ocağın halkla çok yakın temasta olması da sarayı ürkütürdü. Daha sonra batı örneği askeri düzene geçilince bu kez korku daha büyüdü. Abdülaziz’in tahtan indirilmesi, genç subayların İttihat ve Terakki gibi muhalefet odaklarıyla ilişkisi, nihayet 1908 İkinci Meşrutiyet’in ilanında başrolde olmaları, saray ve ordu ilişkisini sürekli bozdu. Din kurumu da ordunun daima karşısında olmuştu.

Günümüzün siyasal iktidarı bu bağlamda, kendi dine dayalı ideolojisinden ötürü orduyu ve de aydınları, yenilmesi gereken düşman olarak niteliyor. Muhalefetin odak noktası da bu nokta olmalıdır. Yani muhalefeti, halkın gerçek istekleri üzerine bina etmelidir. Meclis'te savunacağı konu sadece tutuklu olan iki milletvekili midir? Siyasi ve düşünce suçluları sadece hasbel kader CHP adayı olan bu ikisi midir? Tut ki AKP önderi insafa gelip bu iki kişiyi cezaevinden çıkardı Silivri’de, Hasdal’da suçları bile açıklanmayan onlarca tutuklu ne olacaktır?

Milli Mücadele'nin itici gücü olan 1. Meclis’teki muhalefetin, yani ikinci grubun en kritik anlarda bile düşüncelerini dinleyen Gazi’nin sabrı nerede?

Bilirsiniz, Meclis’teki bu aykırı seslerden rahatsız olan Yunus Nadi, bir ara, Gazi’ye “Bu meclisle işler yürümeyecek, niye dağıtmıyorsunuz” diye sorunca, Gazi: “Önce Meclis Nadi Bey, önce Meclis" diye cevap vermiştir. Bu herkesin kulağına küpe olmalıdır. Boykot, ilk bakışta gönülçeker, alkışlanır ve fakat biraz düşündün mü mücadeleden kaçmakla eşdeğerdir.

Siyaset hava gibi su gibi insanoğlunun temel gereksinimlerinden biridir. Pazarda “biber”in fiyatı üzerine pazarlık yaparken bile siyaset yapıyorsunuz. Bazen kızıyorsunuz, alınıyorsunuz ama pazarı boykot ediyor musunuz?

Kolay muhalefetin albenisi etkilidir ama kısa sürede etkisini kaybeder. Oysa TBMM’inde yapılacak muhalefet kalıcıdır. En azından “zabıtlar” onlarca yıl raflarda durur ve okunur. Bir örnek vereyim, İkinci Beş Yıllık Planın, TBMM’sindeki müzakeresi sırasında TIP’li milletvekillerinin katkıları öylesine etkili olmuştu ki, ilk tasarı hemen hemen değiştirilmişti.

Evet. Meclise küsülmez, boykot edilmez. Bunun aksi bir davranış, siyaset meydanını terketmektir. İki arkadaşı kabul edilmedi diye Kırkpınar Meydanı'nı terkeden güreşçiye dönersiniz. Kuşkusuz AKP iktidarının “yetmez ama evet”çilerin desteği ile oluşturduğu yargı sistemi bütünüyle siyasallaşmıştır. Bunun mücadelesi iki kişinin affıyla sonlandırılamaz. Mesele bireysel değil. Sorun Türkiye’nin hızla “asya despotizmi” doğrultusunda yol almasıdır. Bu gerçek ortaya konmalı, irdelenmeli ve muhalefet bunun üzerine bina edilmelidir.