Kitap Düşmanlığı

Dogmatik, aydınlıktan uzak, bilgi dağarı dar, Vedat Günyol Hoca’nın deyimiyle “At Gözlüğü” deyimleriyle nitelenebilecek bir kişi. YÖK’ün “Düşünce Hırsızlığı” (intihal) suçlaması ile reddettiği tezini ancak mahkeme kararı ile elde edebilmiş. O tezi inceleyen, onaylayan “bilir kişileri” de merak ediyorum. Geçmişi böylesine tartışmalarla dolu, şeriat tutkunu bu zat yeni zorunlu eğitim süresini (4+4+4=12 yıl) olarak tanımladı. Ne var ki yukarıdaki üç bölümün ortadaki dört yılı evde geçecek. Yani günümüzün deyimiyle “açık öğretim” devreye girecek. Bu bağlamda o kadar çok “itiraz” yükseldi ki benim yeni bir şey katmam haddimi aşmak olur. Ben yaşımın getirdiği gözlemlere dayanarak toplumumuzun yaygın hastalığı olan kitap düşmanlığı üzerinde duracağım.

Türk toplumu kitaba zor erişmiştir. Yaygın basım olanakları, ülkemize, matbaanın bulunmasından neredeyse üç asır sonra gelmiştir. Periyodik yayına ise ancak 19. asrın ortalarında ulaşabildik. Ne ki bu yayınlar hükümetin sansür tutkusu nedeniyle tek düzeydi. 19. yüzyılın sonlarına doğru dönemin “Bestseller” diyebileceğimiz romanları haftalık “fasikül”ler halinde okuyucuya ulaşabiliyordu. 1908 2. Meşrutiyet devriminden sonradır ki periyodik yayınlar, romanlar “Maarif Nezaretinin” ruhsatından kurtulabilmişlerdir.

Arap harflerinin basımında gerçekleştirilen sadeleştirme okur sayısında sınırlı bir artış sağlayabilmiştir. Okul sayısı ise kırsal alanda, hatta kasabalarda istenilen düzeye gelememiştir. Reşat Nuri Güntekin , Milli Eğitim Müfettişi olarak bu sorunu başta “Çalıkuşu” olmak üzere nice eserinde dillendirmiştir.

Geleneksel Türk ailesi de kitaba iyi gözle bakmamıştır. Eline bir roman alan çocuğuna, “bırak o kitabı, ondan yarar gelmez sana” diye azarlamış, hatta o kitabı alıp yırtmıştır. Cumhuriyetin yüzüncü yılına yaklaşırken, evinde on beş-yirmi kitaplı bir kütüphanesi olan kaç ailemiz vardır acaba.

Askeri yönetimler de bu bağlamda kitaba ateşli silah gibi bakmayı övünç kaynağı haline dönüştürmüştür. 12 Mart, 12 Eylül cuntaları televizyonlarda ele geçirilen tüfek, tabanca, el bombalarıyla, kitaplar, dergiler suç unsuru gibi sergilendi. Korku tüm evlere yayıldı… Faşist Almanya örneği binlerce kitap sobalarda yakıldı. Kitap suç unsuruna dönüştürüldü. Şimdiki İçişleri Bakanı da aynı düşünceyi, hicap duymadan, yineledi.

Cumhuriyetin aydınlık döneminde, Hasan Âli Yücel vb gibi beyinlerin önderliğinde klasiklerle tanıştık. Eski Yunan bilgeleri Aristo, Platon ve nicelerinin eserlerini okuma fırsatı bulduk. Şimdilerde yazacağım örneğe çok uzağız benim kuşağım Descartes’ın “Metod Üzerine Söylem”ini lise de yardımcı ders kitabı olarak okudu.

Yeni yasaya göre ilkokullarda “Kurân-ı Kerim” seçmeli ders kitabı olacakmış. İnsana şaka gibi geliyor, mahalle baskısından hangi veli bu dersi seçmemesini çocuğuna söyleyebilir. Bu bağlamda ünlü bir deyişi yineleyelim. “Dini kitapları aynen ezberlerseniz dindar, anlamaya çalışırsanız ateist olursunuz”

Gelişmeleri akıl yoluyla izleyen uluslar hiçbir zaman geri kalmazlar. Sovyetlerin ilk uydusu “Sputnik”in bipleri dünyaya ulaşınca ABD şaşkına döndü. Gagarın dünya çevresinde ilk turu attığı zaman çıldırdılar, yaptıkları ilk eylem ise kendi “eğitim sistemlerini” irdelemek oldu.

Dört yılı kesintili 12 yıl zorunlu eğitim bir aldatmacadır. Fakat Milli Eğitim Bakanı başta olmak üzere büyüklerimiz, ekranlarda genç kızlarımıza “Okuyun-Öğrenin-Üretin” nasihati veriyor. Buna acaba ne denilir. Benim aklıma geliyor ama ifade etmeye dilim varmıyor.

Not: Kâdim dost, Ülkü Tamer, 31 Mart 2012 tarihli Cumhuriyet’teki köşesinde okuma alışkanlığı nasıl edinilir sorunsalını örneklerle irdelemiş. Anne-babaların kerelerce bu yazısını okumalarını dilerim…