Hayal dünyasından karabasana

Her kurumun , yazılı ve de yazılı olmayan kuralları vardır. Siyasette de yasalar, çeşitli düzenlemeleri içeren nizamnameler vb’nin yanı sıra zımni anlamda kabul edilmiş bazı koşullar vardır ki bunları “politik adap” olarak niteleyebiliriz. Türkiye’de gerçek anlamıyla, tek dereceli seçimlerin düzenlendiği 14 Mayıs 1950’den bu yana bu adap yerleşmiş ve de hiçbir zorlamayı gerektirmeden uygulanmıştır. Başlıkta da yer alan “adap” sözcüğünü bir anlamda “racon” olarak da niteleyebiliriz. 14 Mayıs 1950’den günümüze kadar tanık olduğum hiçbir genel ve yerel seçimlerde bu “adap” dışına çıkan bir propaganda dönemine rastlamadım. 1950-1960 döneminde gördüğüm en sert muhalefet rüzgarlarının estiği anlarda bile bu genel çizgi korunmuştur.

1954’den sonra , özellikle CHP’nin tüm malları hazineye devredildiğinde bile kimse bu genel kuralı bozmamıştır. Başbakan Menderesin değerli bir opera sanatçısıyla yaşadığı aşk seçim meydanlarında da konuşulmamıştır. 1923-1946 arasındaki tek parti iktidarında “bel altı” vuruşlar sadece aile meclisinde fısıltıyla konuşulmuştu. Gerçi kaset, internet gibi olanaklar yoktu ama gazeteler, dergiler yayınlanıyordu.

Bu seçimde ilk kez Başbakan RTE ilginç bir görüşü gündeme getirdi. Ülke içinde her değeri bölmekte usta olduğu cihetle, insan yaşamını da kendine göre ikiye ayırıverdi. Genel ve özel… Deniz Baykal’la ilgili kasetin, bireyin özel yaşamına ait olduğu söylenince “ Ne özeli… Genel, genel” diye meydanlarda kükreyiverdi. Daha sonra, MHP’yi parlamento dışında bırakmak için, partinin üst yöneticilerine ilişkin kasetler piyasaya sürüldü. Türkiye’de aile kurumunun halk nezdindeki kutsiyetine dayanarak yeni bir “istismar” alanı buldu.

Bu tip olaylar sadece ülkemize özgü değildir. Burjuva demokrasilerinde sık rastlanan, gıdıklayıcı malzeme olarak hep kullanılır. ABD eski başkanı Bill Clinton’ın Beyaz Saray çapkınlıkları , Sarkozy’nin, Mitterand’ın yaramazlıkları ve daha neler. İngiltere gibi bir ülkede kraliyet ailesinin çapkınlıkları, sevdikleri için tahttan vazgeçenler az mı gazetelerde “tefrika” edildi.

Demem o dur ki ülkemizde bugüne kadar “fısıltı” düzeyinde kalan “mahremler” artık açık saçık meydanlarda konuşuluyor ve bunu “dinen günah” olarak nitelenmesine karşılık, “Müslüman” bir başbakan yapıyor.

“Hayal” ettikçe insanın yaşama umudu sürer diyenler bir anlamda haklıdır. Ne var ki fanilerin değil on yıl, onlarca yıl sonrasını hayal edip meydanlarda yinelemesi sanırım ki “ruh bilim” açısından önemli bir olgu olarak ele alınmaktadır. Trakya ve Anadolu yakasının kuzeyinde iki yeni metropolün yaratılması böyle bir rüyadır. Herşey “ben yaptım oldu” ile gerçekleştirilemez. Her proje önce bir “fizibilite” (olabilirlik) çalışmasını gerektirir. Bu sürecin olmadığı bir proje “Sağlıklı bir girişim” olarak nitelenemez… Hatta bazı gizli niyetlerin aklanması ( kamuflaj’ı) şeklinde de algılanabilir. İkinci Dünya Savaşı sırasında Eminönü Halkevi'nde, “Alman Mimarisi” ile ilgili bir maket sergisi açılmıştı. Hayranlıkla izlendi. Savaş sonunda gerçekleşen yapılar harap oldu

2011 Haziran’ın 12'sinde gerçekleşecek seçim sonrası Türkiye’yi çok ciddi bir dizi dönüşüm tehdit ediyor. Bunların başında “Yeni Anayasa” gelmekte. Neden böyle bir gereksinime ihtiyaç duyuluyor. Bu sorunun yanıtı açıktır: Yerli ve küreselleşmiş sermaye istiyor. Böylece Türkiye’nin kurum ve kurallarıyla neo-liberal küresel düzenle bütünleşmesi sağlanacaktır. Kendi sınıfsal çizgisinde çok tutarlı olan Bayan Boyner bu anayasanın temel öğelerini ortaya koymuştur. Sağolsun her aş’a maydanoz olan Arınç’ta onu onayladı, Anayasanın değişmez maddelerinden sadece biri, Cumhuriyet ilkesi kalsın dedi. O’nun gönlünde “İslam Cumhuriyeti” Boyner’in gönlünde “Sermaye Egemen Cumhuriyet” yatıyor. Peki ünlü “değişmez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez” maddeler ne olacak… Bayrak aynı kalacak, belki al rengi yeşil’e dönüşecek, “laik” devlet yaklaşımı ortadan kalkacak ve de Başkent Ankara’dan İstanbul’a nakledilecek. Olur mu? Bugün için zor, yakın gelecek için olası.

İktisat tarihçileri, ilk çağlardan bu yana “Marmara denizi” odaklı bir çekimden söz etmektedirler. Doğrudur. “Troya”dan günümüze Marmara Denizi önemli bir “ekonomik” odaktır. Bu odakta var olan devletler.

- Bizantiyum

- Doğu Roma İmparatorluğu’nun merkezi: Konstantinapolis

- Osmanlı Başkentleri: Bursa, Edirne ve İstanbul

Bu dizgenin dışına çıkan iki Anadolu şehri vardır. Anadolu Selçuklularının başkenti Konya ve de Cumhuriyetin Başkenti Ankara, RTE “Abdülmecit dedemiz” derken, İstanbul’un Başkent olduğu bir Cumhuriyetin hayalini kuruyor. Bu tasarı ya da niyetin yaşama geçmesi ancak oy verenlerin cehaletiyle doğru orantılıdır. Bugünkü eğitim sistemimizin laçkalığı, sınav düzeninin bilgi düzeyini seçeneklerle ölçmesi (testli, seçmeli, şıklı) cehalet düzeyini arttırıyor. Televizyon ekranlarında halka yöneltilen sorular bu bağlamda önemli bir kanıttır.

12 Haziran seçiminin sonucunda ya günümüzü de aratan “karanlık ve gerici” bir toplum haline dönüşeceğiz ya da Aydınlığa yönelik küçük bir pencere açılacak. Küçük diyorum çünkü Meclis’e girebilecek, “genel ve il” barajlarını aşabilecek partiler arasında sadece “küçük ayrıntılarda” fark var. Emek’ten yana bazı sözler havada uçuşuyor. Ne var ki “neo-liberal” ekonomi yaklaşımını terk etmek yerine pekiştirme sevdası tüm partilere yayılmış. Küresel sistemi, NATO’yu yeni-emperyalizmin mekanizmalarını, açığa çıkaran, eleştiren, karşı koyan olmadığı gibi iktidar da, ana muhalefet de ABD’nin eteklerine yapışma telaşında. Bir zamanlar (1960’ların ikinci yarısı) ABD Başkanı Johnson’la resim çektirmek, parti liderliğini kazandırdığı gibi bugün de Beyaz Saray’ın bir işaretine “niyaz” edenler çoğunlukta. Eski bir reklamın dediği gibi “yok aslında birbirimizden farkımız ama biz Osmanlı Bankası'yız”. Al birini vur ötekine.