Diyet

Günümüzün Türkiye’sinde, akîl olanlar değil “ağzı olan” herkes konuşuyor. Anayasa, yargı reformu, Avrupa kriterleri vb. gibi çeşitli konularda kavramlar karmakarışık bir çorbaya dönüşmüş durumda. Cehalet ve de cesaret kol kola esip duruyor. Bize ise bir süre daha bu “Curcunayı” seyretmek düşer. Bilirsiniz alaturkada, makam ne olursa olsun, her fasıl sonunda curcunayla şenlenir. Bu yeni faslın üzerinde çok konuşulacak.
Biliyorsunuz Almanya şansölyesi Bayan Merkel hazretleri bugünlerde ülkemizi ziyaret edecek. Almanın kanı bitlenmiş çağdaş “Führer”i topraklarımıza daha adımını atmadan hakkımızdaki iyi niyetlerini (?) açıkladı, daha doğrusu esip gürledi. Geçen haftaki gazetelerde Yunan Başbakanı ile AB aile resmi içerisinde, muzaffer, resimleri yayınlandı. AB iki yüzyıldır şımartılmış üyesi Yunanistandan, bu şımartılmanın, kollamanın “Diyet”ini istiyordu.

“Diyet” sık kullanılan “perhiz” anlamına gelen bir sözcük olarak bilinir. Oysa bizim söz ettiğimiz İslâmi hukukun çok bilinen bir öğesidir. “Kan parası” anlamına gelir. İslam hukukunda “Diyet-i Kâmile” olarak şöyle tanımlanır. Katledilen şahsın nefsine karşılık olarak caniden ya da ailesinden alınan bedel olup miktarı maktule göre değişir. Kazaen ölüme sebebiyet vermenin diyetinin ise yirmi beş deveden yüz deveye kadar ulaşan tarifesi vardır. Halen Suud-i Arabistan hukuku bunun örnekleri ile doludur. Orada çalışan vatandaşlarımızda bu hukuktan çok zarar görmektedir.

Uzun sözün kısası, “Diyet”i öğrenmek isteyenler Ömer Seyfettin’in “Diyet” öyküsünü yeniden okusunlar. Günümüzün çağdaş hukuk düzeninde “kısas” ilkesi reddedildiği için günlük yaşamda örnekleri pek görülmez. Yalnız “töre” cinayetlerinde “Kan Davası” vb olaylarda “Diyet” diyebileceğimiz bedeller söz konusudur.

Ne var ki küreselleşmiş dünyamızda egemen uluslar “Diyet”i kendi politikaları açısından acımasızca kullanmaktadırlar. Hele büyük ittifakların küçük üyesi iseniz bu “Diyet” her zaman karşımıza çıkabilir. Türkiye’nin önüne dayatıldığı gibi 1965’te Kıbrıs’taki katliamlara bir iki uçak kaldıran Türkiye’ye gönderilen Johnson mektubu buna örnektir. ABD Başkanı Johnson (Demirel AP Genel Başkanlığını onunla çektiği resimleri kullanarak kazandı) mektubunda Kıbrıs’a müdahale ‘de kullanılan malzemenin NATO malı olduğunu açıkça ifade ederek sonuç almamızı engellemiştir. İnönü’nün söylediği gibi “Büyük devletlerle yatağa giren eninde sonunda bunun diyetini öder” . Türkiye’nin yakın tarihi. Bunun örnekleri ile doludur. “Ermeni soykırımı” savı da bu bağlamda kullanılmaktadır.

Son “Diyet” mağduru ise komşumuz Yunanistan. Yunanistan’ın 400 milyar Avro dolayındaki borcunu daha önce sorun etmeyen AB bu kez ılımlı bile diyemeyeceğimiz sözde sol bir parti iktidara gelince esti köpürdü. Bu bağlamda başı Almanya ve Şansölye Merkel çekti. Yunanistan akıl almaz aşağılamalarla suçlandı, ne halkının tembelliği kaldı ne sosyal devlete yönelik yaptırımları kaldı. Böylesine küçültücü saldırı uluslararası politikada pek görülmemiştir.

Alman basınının şu mealdeki nasihatları ise akıla ve de hakka sığmaz. Gazetelerde, medyada yer alan yorumlarda “Biz 67 yaşına kadar aralıksız çalışıyoruz siz ise siesta ve tatille vakit geçiriyorsunuz”. İnsanın sömürülmesinin böylesine erdem olarak sunulmasına sadece acı acı gülünür. Türkiye bu tarz muamelelerle sık sık muhatap olduğu için olayın insani boyutunu pek fark etmedi. Komşunun başına gelenlerden belki de için için “oh olsun” dedi. Velâkin AB’nin bu sömürge valisi tutumunu bilmesine, bir tecrübe yaşamasına karşın, halâ bu birliğe girmek için can atıyor.

Politikacılarımızın önce şu noktayı değerlendirmesi gerekir. Yunanistan ile Türkiye borçları arasında miktar olarak pek fark yok. Diyeceksiniz ki onların ulusal geliri Türkiye’ye göre az. Doğrudur. Fakat tek neden bu değildir. Beğenelim, beğenmeyelim, Türkiye’de hâlâ (özerk olmasına karşın) ulusal kaygılar taşıyan, para politikasına egemen bir Merkez Bankası var. Yunanistan’da da var ama AB Merkez Bankasına bağımlı. Para politikasını kontrol edemiyor. Çünkü Euro her yönden AB Merkez Bankasının kararları ile denetleniyor. Bu olgu, son neo-liberal finans rüzgarında tüm euro bölgesindeki ülkeleri rahatsız etti. Finansal oyunlar açısından Almanya, Fransa, Beneluks ülkeleri kârlı çıktı. Diğerleri aynı finansal manipülasyonlara ellerindeki sınırlı euro ile katıldılar. Başarılı olamadılar. Bunun arkası Portekiz, İspanya vb gibi gelecek. İşin aslı son kriz Merkentalizm’i bir ölçüde yeniden gündeme getirdi. Eskiden 14-17 yüzyıllar arası ulusların zenginliği sahip oldukları para ile bağlantılıydı, bugün ise emisyon hakkına. Yunanistan örneği bu zenginliğin “emisyon” hakkını elinde tutanlara ait olduğunu açıkça gösteriyor.

Evet, Yunanistan’a borçlarını ödemek için Ege adalarını satmayı öğütleyen yeni führer Merkel’i bunları düşünerek mi yoksa başımızı eğerek mi karşılayacağız. Üyelerini bile aşağılayan bir birliğe girmeyi elimizin tersiyle itecek miyiz, yoksa “ Heil Merkel” mi diyeceğiz. Önümüzdeki sınav bu. Kimse göz ardı etmesin ki AB’ye girmenin “Diyet”i Yunanistan’dan ağır olacaktır.