Bayramdan Önce Özeleştiri

Bir Mayıs "Emek ve Dayanışma" Bayramı oldu. Tümü sermayenin elinde olan medya organları olayı AKP'nin yeni "açılımı" olarak değerlendirmekte yarışıyorlar. Sendikaların sözcüleri de sessizlikleri ile bu yaklaşımı yadsımıyorlar. Akıllarına bu bâbda yapılan yüzyıllık mücadele gelmiyor. Verilen bu haklarını boynu eğik bir ihsan gibi kabulleniyorlar. Sadece DİSK'in Çelebi'si "Tatili aldık sıra Taksimde" diye cılız bir belgiyi dillendiriyor. Aklı sıra 1977'nin ünlü belgisi "DGM'yi ezdik sıra MESS'de" yi anımsatıyor. Boşuna gayret. 1977'nin tüm söylemleri, sloganları sınıf bilincini yansıtıyordu. Çelebice dillendirilen sloganın ise sınıf içeriği yok.

1980'nin hunhar cuntası temelde sermayenin darbesiydi. Hedefi işçi sınıfının ve onun temel öğretisini ezmek, yok etmekti. Kurulacak neo-liberal sermaye diktatoryasının önünü açmaktı. 12 Eylül 1980'de doğanlar bugün 30 yaşının eşiğinde.

Global sermayenin acımasız saldırısı olarak kabaca niteleyebileceğimiz neo-liberal öğreti, gerçekte üstü örtülü bir neo-faşizmi "demokrasi" maskesiyle süsleyerek tüm dünyaya, bu arada Türkiye'ye de kabul ettirdi. Hitler'in adı geçmiyordu. Fakat onun propaganda nâzırı Goebels'in ruhu görev başındaydı.Ezilenlerin daha fazla ezildiği, yoksulların, açların katlanarak arttığı, emek üzerindeki sömürünün katlanılamaz boyutlara eriştiği bu dönemi "refah, özgürlük,barış" ın egemen olduğu bir cennet gibi sunmayı başaran "Goebels" yöntemi bir "Demokrasi" illüzyonu yarattı. Hasan Cemal, Altan Kardeşler, Mahçupyan, Cengiz Çandar ve Çongar ekibi de bu illüzyonun baş aktörleri oldu. Sırası geldiğinde solculuğu kimseye bırakmayan bu yeni misyonerlerin ağzından hiç "sınıf, sendika vb" gibi sözcükleri duydunuz mu?

12 Eylül cuntası, sermayenin vurucu gücü olarak özellikle DİSK'e bağlı sendikaların üzerinden bir silindir gibi geçti onları yıllar süren duruşmalarla uğraştırdı ve de sıfırlamaya çalıştı. Daha önceki yazılarımda da belirttiğim gibi 1970'li yıllarda sağ-sol kavgası, gençlik olayları vb. gibi sunulan kanlı olayların temelinde sınıf mücadelesi yatmaktaydı. Bu mücadelede uluslararası ve yerli sermaye ittifakının karargahı MESS ve kumandanı da Turgut Özal'dı. İşçi sınıfının kumanda üssü ise DİSK ve önderi de Kemal Türklerdi. 1976-77 1 Mayıs törenleri dalga haline dönüşen grev ve direnişler, bu arada Ecevit'in ürkütücü söylemleri (Toprak işleyenin-su kullananın vb. gibi) o dönemin dikkati çeken olaylarıydı. Ne var ki 1977 seçimini izleyen günlerde Ecevit "kimseye diyet borcum yoktur" diyerek DİSK'i karşısına aldı. CHP Milletvekili olan Genel-İş'in Başkanı Abdullah Baştürk'ü ve sendikasını bir kama gibi kullanarak Kemal Türkler'in DİSK Genel Başkanlığı'nı sonlandırdı. Baştürk Başkan, Fehmi Işıklar'da Genel sekreter oldu. Ülkenin en ilerici sendikası Maden-İş böylece kuşatıldı. Ne var ki sınıf bilinciyle mücadelesini daha etkin ve de siyasal içeriğini de pekiştirerek sürdürdü. Bu da sermaye egemen düzeninin kabul edebileceği bir durum değildi. Asla faili bulunmayan bir saldırı ile Kemal Türkler öldürüldü. 12 Eylül cuntası ise son noktayı koydu. DİSK kapatıldı ve tüm varlığına el konuldu.

Demirel-İnönü koalisyon hükümeti döneminde yeniden açıldı. Mal varlığı iade edildi. Ne ki artık eski devrimci ruhunu yakalayamadı. Liderliğe soyunan Rıdvan Budak, Süleyman Çelebi sadece söylemde sosyal demokrat birkaç çıkış yapsa da inandırıcı olmaktan uzak kaldı. Bir anlamda çorba görünümü veren siyasal platformlara katılması da sınıfa bir şey kazandırmadı.

1980 Cuntası sonrasındaki iktidarlar neo-liberal ekonomi doğrultusunda, küresel kapitalizmle eklemlenerek, sendikaları tam anlamıyla pasifize ettiler. İşçi sınıfını bir yerde yalnızlaştırdılar. Bu bağlamda Nazi kaynaklı propaganda sanatına dayanan beyin yıkama sürecini de noksansız uyguladılar. Tutsaklığa varan tüketim bağımlılığı, aç gözlü bireycilik sınıf içerisinde yaygınlaştırıldı. Türk-İş, DİSK ve Hak-İş'in tabanı bu virüsün bulaştırdığı zafiyetle adeta sindirildi. Bu bağlamda tarikatlar da önemli rol üstlendi.

2009 ve sonrasına damgasını vuracak olan küresel finans krizi Türkiye işçi sınıfını böyle bir ortamda yakaladı. Sınıf bu krizden çıkma konusunda sermayenin bulduğu çözüm önerilerini aynen kabul edecek ve de boyun eğecek mi? Yoksa krizin yaratacağı objektif koşulları ustaca kendi çıkarları ve siyasal egemenliğinin parke taşlarını döşemek için ustaca kullanacak mı? Sendikaların ve sosyalist olma savındaki siyasal partilerin 1 Mayıs'ta yanıtını aramaları gereken soru bu.

Sorunun ilk yanıtı için ilk adımın sınıfın yığınsal güç ve kararlılığının alanlara yansıtılması gerekiyor. Yaklaşık potansiyel iş gücünün %20'sinin işsiz, geriye kalanlarının %80'inin asgari ücret ve altında çalıştığı, kayıtsız çalışmanın %50'ye ulaştığı bir ortamda işçi sınıfının gücü ve sesi gür çıkmalıdır. Açlığın, yoksulluğun alabildiğine yaygınlaştığı bugünün ortamında sınıfın ortak sesi yurdun her köşesinden yükselmelidir. Ya da İstanbul'un en büyük alanı Kazlıçeşme'de buluşulmalıdır. Bilenler bilir İstanbul'un ilk işçi yerleşimlerinin başında Kazlıçeşme gelir. Ülkenin tüm emekçilerinin, ezilenlerinin, açlarının sesi ve çapı ancak böyle bir alanda gösterilebilir.

Unutmayalım ki krizden kurtulmak için neo-liberallerin bulduğu yol, Obama tarafından Londra'da G-20 zirvesinde "Disiplinli Kapitalizm" diye özetlenmiştir. Bu yolun anlamı daha fazla sömürü, daha fazla el koyma, daha fazla yağmalamadır. Bu 1 Mayıs, yükselen "Disiplinli Kapitalizme" hayır demenin ilk adımı olmalıdır. Onun için daha büyük alan, daha fazla katılım ilk hedeftir.