Avrupa Birliği'nde Son Tango

2010 yılında yanlış bir rüyanın karabasan’a dönüşüne tanık olduk. 1960’lı yıllardan bu yana üye olmak için çırpındığımız AB’ye bir gece yarısı merhum İsmail Cem’in havaalanında karşıladığı birlik yetkilisinin davetiyle Bülent Ecevit acele Kopenhag’a gitmiş ve de aday ülke olarak aile resmine girmişti. Bir süre Kopenhag kriterlerine uyum işleriyle uğraştık. Daha sonra fasıl, fasıl konular gündeme geldi… Ne ki AB’nin “Reis-i Evveli Merkel” ile yoldaşı Sarkozy mırın kırın ettiler. Ayrıcalıklı (imtiyazlı) ortaklık lafları edilmeye başlandı… Bugüne ulaşıldı.

Türk siyasetçileri bu AB konusuna bayılıyorlar. Hemen, güvenli bir havuza atlar gibi, dalmak istiyorlar. En acelecileri de Çiller ve Karayalçın’dı. Bir gece de bu sevgi yüzünden Türkiye’yi, hiçbir karar organına katılmadığı halde Gümrük Birliği’ne sokuverdiler. Bu “karakuşi” kararın ülkeye maliyetini şu ana kadar hesaplayan olmadı. O ikiliye kalsa Türkiye hemen Euro’ya sıçrayabilirdi. Karayalçın’ın SHP Genel Başkanı iken hazırlattığı bir rapora göre “Avro” ya geçmenin bin bir (?) faydası olacaktı. Allah’tan yetkisi yoktu da ikinci Gümrük Birliği faciasını yaşamadık.

İşte, 1960’lardan bu yana ağzımızın suyu akarak girmek için can attığımız AB ve Avro, yüzyılımızın ikinci on yılına ayak basarken bunalımın doruğuna erişmiş durumda. Bu bunalımın temelinde iktisadi gelişme düzeyleri farklı ülkelerin tek çatı altına toplanması yatmaktadır. Bu tür birleşme hemen gelişmiş olanların lehine bir fark yaratacaktı. Nitelim bu durum gerçekleşti. Almanya-Fransa birliğin adeta egemeni haline geldi. İspanya, İtalya bile onlarla boy ölçüşemedi. Böylece birlik içinde “eşitsiz gelişim” kuralı işledi. Alman ve Fransız bankalarının öncülüğü ve Avro’nun yönetimini üstlenen kuruluşun adeta Almanya’nın elinin içinde olması üye ülkeleri inanılmaz bir borç yükü altına soktu. Yunanistan, İrlanda ilk batanlar oldu. Onları Portekiz, İspanya ve İtalya’nın izleyeceği çok açık. Bulgaristan vb. küçük ülkeleri bu bağlamda hiç saymıyorum.

Bize en yakın olduğu için Yunanistan örneğini iyi irdelemeliyiz. Komşumuzun bugünkü hali, bir ülkenin egemenliği açısından kendi bağımsız Merkez bankasına sahip olması ön koşulunun ne derece ölümcül sonuçlar vereceğini sergilemektedir. Milli gelirinin hemen hemen tamamı düzeyinde borçlanması, AB’nin yapay refahının bahasını açıkça gözler önüne sermektedir. Bizim Avro aşığı siyasilerimiz ne derler acaba.

Türkiye’nin “Milli Mücadele” serüvenine sadece “çılgın” bir eylemin hamaseti açısından bakmamamız gerekir. Osmanlı borçları, onu izleyen Düyun-u Umumiye belası bizlerin gözünü (en azından benim gibi ilk kuşağın) açmıştır. 1923-1950 arası, fakir bir ulus olarak hem bu borçları ödeyip hem de sanayileşmenin ilk adımını atabildik. Bugünkü kuşaklar, ne yazık ki, böyle bir dersten uzak, alış-veriş merkezlerinin pırıltılı albenisi içerisinde bir rüya aleminde yaşar gibi büyüyüp serpiliyorlar. Cahiller, TBMM’nin üye sayısından haberleri yok, Cumhurbaşkanlarını say desek yüzümüze bakıyorlar.

Diyeceğim odur ki, AB’nin bugünkü durumu sanal ütopyaların varabileceği son noktayı göstermektedir. Geçenlerde bir TV programında Türkiye’den göç eden Rumların pişmanlıklarından söz ediyorlardı. Yunan adalarına yardım yapmamız isteniyor. İşte 2010’u geride bırakılırken sosyalistlerin AB’ye niye karşıt olduklarını kanıtlayan örnekler bu bakımdan bizim Brükselcilerin yüzlerinde bir şamar gibi patlıyor.

Klasik müziğin ustalarının hemen hepsi bir yas müziği bestelemiştir. Bizde, Gazi’nin ölümünden bu yana “Chopin”inki çalınır oldu. Fakat Venedik Doçları için bestelenen “Albioni”ninki bence en dokunaklısıdır. AB’nin sonlanmasına da o yakışır. Beethoven’ın Dokuzuncu Senfonisinin son “koral” bölümünün AB’nin marşı gibi algılanması bu büyük ustayı sanırım rahatsız ediyordur.