Makrobarış için beyinlere özgürlük!

“AKP düzenini yıkmak” gibi, güneşi zaptetmemizin garantisini vermeyecek o dar ufuklu ortak hamlemizden bile bin karanlık yıl geriye savrulduk, diye yazmıştım 2 Eylül 2015 tarihli “Büyük İnsanlık Nerede ayrışır?” isimli yazımda.

Keskin nişancıların yeni doğmuş bir bebeğin yanağını hedef aldığı yerdeyiz şimdi. Karanlığın dibindeyiz ama ışığı bulmak için çabalamaktan çok, onu karanlıkla boğmaya çalışıyor gibiyiz.

Bizden önceki nesiller evin bir odasını yalnızca misafir gelince açarlardı. Mobilyaların üstü de beyaz örtüyle örtülürdü. Beynimizin de bazı bölgelerini çalıştırmıyor, ona kefen giydiriyoruz bir anlamda. “Beyin ölümü” denebilir kendimize, birbirimize, geleceğimize verdiğimiz ciddi zarara.

Özellikle duygusal konularda bilimsel, derinlikli tartışmaları yapmamız daha da zor oluyor. Kürt coğrafyasındaki katliam konusuna değineceğim ancak tartışma sorunu derken en genel anlamıyla neden söz ettiğimi biraz daha net ortaya koymaya çalışmak için birkaç durağa uğramak istiyorum.

Sokak köpeklerinin insanlara saldırması konusu çarpıcı bir örnek olabilir. Bazı durumlarda bazı sokak köpeklerinin insanlara saldırdığı, hatta öldürdüğü bilinen bir gerçek olsa da, çok az hayvansever konuyu böyle dillendirebiliyor. Sizce neden? Gerçekten soruyorum. Çok donanımlı insanların bile “Köpekler insanlara saldırmaz” gibi kesin yargılarla konuşmaları genel bir soruna işaret ediyor ve sorunların çözümünü hem köpekler, hem de insanlar için çıkmaz sokaklara sürüyor.

Yavaşça insanlara doğru yaklaşayım ve aslında böyle hızla değinilmeyecek bir başka hassas konudan örnek vereyim. “Sansasyon kurbanı bipolarlar” ve “ABD’li akıl hastalarının dramı” başlıklı yazılarımda akıl hastalarının ülkemizde ama özellikle ABD’de “tehlikeli” olarak görülmelerine rağmen düşünüldükleri kadar tehlikeli olmadıklarını ancak hiç bir zaman tehlikeli olmadıklarının da söylenemeyeceğini uzmanlardan da bilgi aktararak iletmiştim. Örneğin Hürriyet’in “ Bipolar hastaları başkalarına zarar vermez” diye başlık atmasını da eleştirmiştim. Konuyu dağıtmak istemiyorum ancak bu çok hassas bir konu, o yüzden akıl hastalıkları konusunda bilgili değilseniz lütfen belirttiğim yazıları da okuyunuz.

Bu 2 örneği, bana tuhaf gelen bakış açılarını kendime de hatırlatmak için yazıyorum aslında. Kürt sorununun bazı “hassas” konulara değinilmeden çözülemeyeceği apaçık. Ancak işte belki de, her gün hasta ve ölü çocuk gördüğü halde delirmemeyi başaran çocuk doktorlarının beyinlerine benzemiyor çoğumuzunki. Bir de özellikle her gün sayısız liberal yazarın Kürtlerin acısını sömüren (Ermenilerden yunuslara her an başka bir canlıya geçebilirler) yazılarıyla AKP Türkiyesi’nin yorduğu, vicdanlı insanları bile etkilediği ortada. Öyle ki sol kesimde çıkan yazılar yanında bunca yazı olmasına rağmen ne çok kişi “Batı neden suskun?” dendikçe kendini suçluyor.

Aslında pek çok insanın Kürt sorununa hiç de duyarsız olmadığı ortada. Sosyal medyada bir şey paylaşmak bile suç sayılırken pek çok kişi Kürt sorunundan söz eden yazıları paylaşıyor, tartışıyor.

Yalnızca benim çevremde bile daha önce CHP’ye ya da MHP ve AKP dışındaki partilere oy vermis pek çok kişi son seçimde HDP’ye oy verdi. Bu da unutuluyor sanki. Ancak liberal yazarlar herhangi bir ufka işaret etmek yerine, yalnızca bağırdıkları için olsa gerek, o yazılar paylaşılıyor, paylaşılıyor ama sanki hiç paylaşılmamış gibi yazılar yazılmaya devam ediyor. Sosyalizmin tek çaremiz olduğunu açıklayan yazıları paylaştığını gördüğüm insan sayısı ne yazık ki diğerleri yanında çok, çok az kalıyor.

Bir gün okula gittiğimde bir öğretmen Türk (TC vatandaşı olarak) olduğumu öğrenince bana Ermeni asıllı olduğunu söylemişti. O an içimden özür dilemek geldi, kendimi çok kötü hissettim. Ancak sonra bir Alaska yerlisi olan eşim geldi aklıma. Ne tuhaf bir durum değil mi?

Eşimi hatırlayana kadar geçen zamanı emperyalizmin etkisine bağlamak gerekli herhalde. Ne de olsa her yıl ABD başkanının “Ermeni soykırımı” deyip dememesi uluslarası medyanın gündemine geliyor ancak Amerikan yerlilerinin başına gelmiş olanları (yakın tarihin en büyük soykırımı değil mi?) bırakalım, şu anki sorunları bile pek konuşulmuyor. ABD hükümetinin elinizden aldığı dili öğrenmek için ders almak isterseniz, dönem başı 900 dolar ödemeniz gerekiyor! Ufak, güncel bir örnek...

Ancak 2016’da ABD halkını mı suçlayacağız yerlilerin katliamı için? Kimi ortamlarda tarihten bazı “acı” hatırlatmalar yapılmasının orada bulunan “beyazları” çok huzursuz yaptığını, ortamın inanılmaz gerildiğini deneyimledim. Zaten gerçek şu ki, doğrudan suçlanamayacak insanları ölümler, katliamlar, adaletsizlikler için sürekli, sertçe suçlamak çözüm olmuyor.

Bizde insanların Kürt sorununda Gezi’de olduğu gibi birleşmemelerinin, yazı paylaşmak dışında sokak eylemlerinin çok olmamasının nedenlerinden birisi PKK'nin mücadele tarzı değil mi? Ve bu tarzın AKP'nin elini güçlendirdiği ortadayken sol kamuoyunda yeterince eleştirilmemesi değil mi?

30 Aralık 1994’te Taksim’de Opera Pastanesi’ne konan bomba, tarihine saygı duymayan ülkemizin değerli arkeologu Yasemin Cebenoyan'ı ve yazar, senarist Onat Kutlar'ı almıştı aramızdan. Cebenoyan’ın ağabeyi Cüneyt Cebenoyan 2010 tarihli “Onat Kutlar cinayeti ve PKK” başlıklı yazısında (http://www.birgun.net/haber-detay/onat-kutlar-cinayeti-ve-pkk-6408.html) bu 2 aydından “Yaşasalardı Kürtlerin haklarının önde gelen savunucuları olmayı sürdürecek olan insanlardı” diye bahsetmiş. Kahrolmamak elde mi?

Cebenoyan ayrıca “Peki, ne biraz içime su serperdi? Bu gelişmeleri herkesin bilmesi ve takip etmesini isterdim. Onat Kutlar’ı öldüren bombayı koymaktan dolayı PKK’nin mahkûm edilmiş olduğunu herkesin bilmesini isterdim. PKK’yle arasına mesafe koymayan siyaset ve kültür insanlarının bu cinayetlerin ağırlığını taşımasını isterdim.” diyor bu yazısında.

Kürt sorunu ya da başka bir konu, aslında farketmez. Özsaygıyla, bilimi rehber alarak tartışmayı öğrenmeliyiz. Bu bakımından (Kürt sorununda ve genel olarak) Mustafa Kemal’in, Kuruluş yıllarının da daha sık, daha kapsamlı, tarafsız tartışılması gerek. Tarihsel koşulları değerlendirmenin zorluğu zaten duygusallıktan arınarak bakamadığımız konuları daha da karmaşık kılıyor. Bu durumda birbirimize güvenebilmemiz de yaşamsal. Gözleri bağlı olarak terazi tutan kadının adaleti simgelemesi rastlantı olmasa gerek. Diyanetin skandal fetvalarıyla iyice canavarlaşan, HDP’nin Cuma namazı düzenlemelerine desteğiyle özgürlük sarmalına yeniden sokulan dinci gericilik sorunu, Mustafa Kemal, laikliğin tarihimizdeki seyri, hatta yine “hassas” konular olan Dersim ayaklanmaları üzerine yazıp, çizmek ve ilerlemek için ne önemli fırsat.

Geçtiğimiz sonbaharda Obama Alaska’ya gelişi öncesinde Kuzey Amerika’nın en yüksek dağının adını değiştirdi. Dağın adı McKinley idi, Koyukon Athabascan yerlilerin dilindeki ismi oldu; Denali. Dili katledilenlere ücretsiz dil dersiymiş, Ortadoğu’nun işgaline para harcanması yerine vatandaşlara ödenebilir üniversite eğitimiymiş öyle dursun, dağların ismini değiştirerek demokrasi getirmek yeryüzüne! Geçenlerde de herkes mikroplastikleri yasakladığını yazdı. Burada öyle çok plastik kullanılıyor ki (ayrı bir yazı konusu) bu yasağın bunca önemsenmesine gülsem mi, sinirlensem mi bilememiştim.

Onat Kutlar, terör için “herkesin kaybettiği tek oyun” demişti. Emperyalizmin kalesinden, batının batısından bugüne dek aktardıklarım da göstermiyor mu yaşamlarımızla nasıl dalga geçildiğini, oynandığını? Oyuna gelmeden barışmak, güneşli günlere ulaşmak için yeniden ve daha iyi bir güç birliği yapabilmek için beynimizi daha iyi kullanmamız gerekiyor. Sultanahmet patlamasında canını, yakınını kaybeden, yaralanan insanlara, insanlığa borcumuz bu.

Patlamada sevdiklerini yitirenlere acıya dayanma gücü, yaralananlara acil şifalar dilerim.

[email protected]

www.facebook.com/okesapli