“Tarihin derinliklerine geriye doğru gittikçe bugün Türk olarak gördüğümüz şeyin tarihsel ardıllarında benzer bir çeşitlendirmeyi, dağılmayı ve farklı kimliklerle anılmayı buluruz. Dolayısıyla, ne kadar geriye gidersek Türk dediğimiz şey o kadar kaybolur, çünkü “Türk” modern ulus devletin kuruluş sürecinde onun ideolojisini yapmak için ulus devletin öznesi olarak tanımlanmış bir kategori, bir yurttaşlık kategorisi ve buna bir tarih biçilmiş. Bir tarih uydurulmuş, daha doğrusu. Biz “Türk”ü burdan tanıyoruz, buradan çıkarıyoruz”.
Bu sözler Hacettepe Üniversitesi’nden antropolog Suavi Aydın’a ait. Azizm Sanat Örgütümüz, 2008 yılında "Kızılderililer Türktür" söylemi üzerinden, şoven milliyetçiliğin referanslarını ve bu söylemin nedenini araştırdığı, farklı alanlardan 4 isimle söyleşi içeren “Kızılderili Efsanesi” adlı bir tv programı çalışması yapmıştı. Bu sözler o çalışmadan. (Yazılar okyanusunda boğulanlardan iseniz hemen Suavi Aydın’ın yanısıra Ergi Deniz Özsoy, Tanıl Bora ve eşim Jno Didrickson ile söyleşinin yer aldığı bu videoya (20 dk) geçebilirsiniz).
Aydın`ın, Kızılderililer ve Türkler arasında, üstelik “tartışmasız” kurulan “yakın akraba”lık üzerine bilimsel, akılcı bir tartışmada aslında hangi duraklara daha uğramak gerektiğini vurgulayan sözleri, içinden geçtiğimiz günlerde “Kızılderililer Türktür” söyleminden daha sıcak bir aciliyet gösteren konuların tartışılmasına da kapı açtığı için yazıma bu alıntıyla başlamayı uygun gördüm.
Kızılderilileri Türk kabul etmeden önce Türk’ün ne demek olduğu üzerine düşünmenin gereğini hatırlatan Aydın, “Kızılderililerin” yaklaşık 30 bin- 5 bin yıl önce Asya’dan Amerika’ya geçmiş, ataları Asyalı olan insanlar olduğunu belirtiyor. 30 bin yıl öncesi gibi tasavvuru zor bir dönemde göç hareketi yaşamış insanlarla soy ilişkisi kurmanın bilimdışı, absürd olduğuna, kültürel bağ kurmanın bile daha masum kaldığına değiniyor.
Evrimsel biyolog Ergi Deniz Özsoy konuşmasında özetle biyolojik anlamda ırk tanımının yapılamayacağını açıklıyor ve bu ve benzeri söylemlerin genetik olarak çok fazla bir anlamı olmadığını belirtiyor.
Yazar Tanıl Bora ise konuşmasında “Kızılderililer Türktür” söylemi ile birlikte, Türklerin uygarlığının insanın tarihinin en derinliklerine uzandığı fikrinin Türk Tarih Tezi’ne dayandığını belirtiyor. Sonradan yumuşatılmış olsa da bu tezin popüler milliyetçilik söyleminde baki olduğunu da ekliyor.
Eşim ise şaşırarak öğrendiği bu mitin nelerden kaynaklanıyor olabileceğinden söz ederken şamanizme, filmlerdeki romantik Kızılderili temsiline değiniyor.
Aktarılan önemli bilgilerin, görüşlerin yalnızca çok azına (elbette bilinçli olarak) burada yer vermiş olduğum söyleşileri kesinlikle izlemelisiniz. Bu 4 kişiyi yalanın, absürdlüğün, sığlığın ele geçirdiği dünyada her şey bir yana nefes almak, umudunuzu diri kılmak için de izleyebilirsiniz. Birkaç dakikaya ne kadar çok bilgi sığdırdıkları ve kendi alanlarındaki bilgiyi o alana yabancı olabilecek insanlara o belirli sürede nasıl aktarabilecekleri üzerine ne kadar düşünmüş olduklarının izlerinin elle tutulur oluşu terbiyesiz ortama maruz kaldıkça teşekküre gerek olmayan davranışlara bile minnet duymamız gibi etkiledi beni. Ne söyledikleri dışında nasıl söyledikleri de bu açıdan önemli. Dilin, beden dilinin nasıl kullanıldığı da...Lafı dolandırmadan, tribüne oynamadan konuşuyorlar. Eşim dışında hiçbiriyle yazılı bir iletişimim bile olmadı ancak yarın insan olarak beni düşkırıklığına uğratsalar da bu söyleşilerdeki bilgi ve emekleri hakkında fikrim değişmez.
Böyle bir not düşmek aklımın ucundan bile geçmemişti. Ancak geçen haftadan beri “Kızılderililer Türktür” iddiasındaki birisiyle yapılan uzun bir söyleşiyi dinlemeye çalışıyorum. Birkaç gün aradan sonra 2. kez denediğimde ancak “Athabascan” yerlilerine “Atabaşkan” dediği ve sunucunun sorusu üzerine bu kabilenin kendilerinden aynen bu şekilde söz ettiğini vurguladığı 12. dakikaya kadar dayanabildim. Sonra birkaç benzer programa daha 20-30 saniye kadar baktım ve boğulmamak için kaçtım.
İki lafı biraraya getiremeyen, getirse de saçmaladığı apaçık olan (prof. ünvanları da algı saldırısında ne önemli), halkın ille de milliyetçilikle ilişkilendirilemeyecek olan “Kızılderili” sevgisinden de yararlanarak ün, kariyer, para peşindeki bir takım insancıklar...
Yaban hayatıyla ilgili çalışmalarda kuşların alttür düzeyinde sınıflandırılması (hatta yeni alttürlerin sevinçle karşılanması vs), doğa koruma çalışmaları genelinde biyoçeşitliliğe övgü falan derken kendimizden, birbirimizden söz ederken yalnızca “Hepimiz Afrika`dan çıktık”, “hepimiz aynıyız” noktasında kalmak, farklılıklara doğru salınmaktan çekinmek de bir tür hapis olurdu elbette. Düşgücü için, beyin cimnastikleri için. Farklılarımız ve benzerliklerimiz; bizi birleştirdiklerini farkettiğimiz ve bu nedenle kavgasını da daha güçlü verebileceklerimiz. Belki de kavgasını ilk kez en güçlü şekilde verebileceklerimiz. Yazılarımda ırkların anlamsızlığından duygusal açıdan ben de söz ettim ancak körlerin, bipolarların unuttuğumuz, “farklı” varlıklarından da. Bu nedenle Kızılderilileri Türklerle benzediği konusunu açan herkesin bilgisiz, düzeysiz olduğunu elbette söylenemez. Dil, kültür, dış görünüm...”sıradan” insanlar da bazı benzerlikler görebilirler ama bunu belki doğru dile getirmiyor olabilirler. Yarasanın kuşa benzetilmesi gibi bir şey. Yüzlerce kez uyarılsa da bazı insanların “yunus balığı” demesi gibi konular bana aynı çatı altında ele alınabilir gelir.
Benzer ortamlarda yaşayan insanlar da (orman, çöl vs) o benzer ortamda yaşamaya uyum sağlarken benzeşebilirler (bir anlamda benzeştiren evrim nedeniyle suda yaşayan yunusun, balıklara benzemesi gibi). Doğayla içiçe yaşayan insanların kültürlerinde doğadan figürler (kilim desenleri vs) olabilir, bunlar benzeyebilir. Kültürel benzeme konusu da “öfke”, “aşk” gibi ortak insan duygularının şiirde, filmlerde izinin sürülmesine dek gidebilir.
Eşimin anneannesi ilk tanıştıkları an, hemen o an anneme “Sana Tlingitler hakkında bir şeyler anlatamayacağım için çok üzgünüm, ben misyoner okulunda büyüdüm” demişti. Küçük yaşta misyoner okuluna alınan, dili ve kültürü zorla unutturulan neslin temsilcisi olan anneannemiz geçen yaz, dilini öğrenememiş olarak ormana yürüdü. Tlingit kültüründe “ormana yürümek” “ölmek” demek. Ölürken içine yürüyeceğimiz orman bulmamaya doğru ilerlediğimiz bu karanlıkta tek bu, ışığa benzer bilgi bile yok olmuş sayılan Tlingitlerin, Amerikan yerlilerinin var olma savaşına destek olmamız için yetmez mi?
Örgütümüzün (twitter.com/AzizmSanat) çalışması da aslında bu yönde bir adımdı. Paylaşarak yaygınlaştırırsanız ne iyi olur. Ancak bir not da düşmeliyim. Belgeselin baş kısmında anlatıcının söyledikleri, görseller, yaygın anlayışı yansıtıyor, örgütümüzün görüşlerini değil. Yanılsama yaratması açısından böyle bir giriş düşünülmüş. Sonra anlatıcının susması ve söyleşilerin başlaması ise sert bir geçiş olması hedeflenmiş ancak biçim olarak onu yansıtamamışız. Bir de eşim biyolog değil, o yıllarda sürekli kuş çalışmalarında çalıştığı için, aslında yunus, ton balığı kısmına ben değinecek olduğum için bir hata olmuş.
Yazımı örgütümüzün yönetmenlerinden kardeşim Onur’un zamanında facebookta bu konu tartışılırken yazdığı yorumdan, değinemediğim konuları da hatırlatan bir alıntı ile bitirmek isterim;
Kızılderililere benzemek onur ve gurur verici bir gerçeklik, zira kapitalizm ve tüketim toplumu evreninde o değerlerin anlamını ve o değerlerin kaybının büyüklüğünü daha iyi anlıyoruz. Ancak buradan yola çıkıp, yüzyıllardır hatta bin yıllardır benzeşmekten çok uzak olduğumuz bir topluma “sen aslında bensin” demek ne kadar tutarlı ve insani? Cümlenin şovence “Kızılderililer Türktür” şeklinde değil, gururla “Kızılderililerle birbirimize benziyoruz”şeklinde olmalıdır. Hümanizm ve bir topluluğun varlığına saygı bunu gerektirir.
facebook.com/okesapli
Fotoğraf altı bilgisi:
“Huna Kuzgun Paravanı” günümüze kadar ulaşabilmiş en eski ve en iyi Tlingit sanatı örneklerinden biridir. Bu çizim, hangi sanatçı tarafından yapıldığı bilinmeyen 4 Huna Kuzgunundan birinin Jno Didrickson tarafından yapılmış kopyasıdır.