Tekzip

Doğanın tekzibi diyecektim önce, Van’daki çığ felaketinden söz etmek üzere. Aynı gün üç beş saat sonra İstanbul’daki uçak kazası haberleri gelince, bir de son depremlerle ilgili bazı yeni bilgiler eklenince, vazgeçtim. Bunların tümünde, az ya da çok, doğadan gelen mesajlar var. Ama hepsi ondan ibaret değil.

Bunlara ülkeyi yönetenlerin, karar alıcıların, tümünü içermek üzere düzenin tekzibi demek daha doğru görünüyor. Doğru görünüyor da, burada bir tuhaflık ortaya çıkıyor; çünkü, toplumsal düzenin kendi parçası olan ve kendi adına iş gören öğelerini, doğa ile birlikte, tekzip ettiğini söylemiş oluyoruz. 

Bu biraz karışık görünen cümleyi açıklamaya girişmeden, başlıktan beri kaçıncı kez kullandığımız sözcüğün anlamını yazmak, açıklamayı da açıklamanın anlaşılmasını da kolaylaştıracak. 

Arapçadan dilimize geçmiş ve artık pek az kullanılan tekzip sözcüğü, aynı dildeki “kizb”den türetilmiş. Yalan anlamına geliyor. Eskiden yalan dolan sözler anlamında kizbiyyat sözcüğü de kullanılırmış. Tekzip ise yalanlama anlamını taşıyor; bir iddianın, genellikle eleştirel ya da suçlayıcı bir değerlendirmenin yalan olduğunu, gerçekle ilgisi bulunmadığını anlatmak amacıyla yazılıp söyleniyor. 

Peki, burada düzenin çok büyük bir yıkıma uğrattığı doğa ile bir bakıma el ele vererek kendi öz evlatlarını yalanlamasını nereden çıkardım? Ben çıkarmadım aslında, bizim haber merkezindeki çocuklar çıkarmışlardı; ben onların uyarısı ile farkına vardım. Arkadaşlarımızın “Erdoğan’ın ‘işte modern Türkiye bu’ propagandası yarım kaldı” başlığını taşıyan ve 5 Şubat 2020 günü saat 18:06’da buraya koydukları haberde, adı geçen kişinin Kırıkkale’nin Delice ilçesindeki konuşmasında partisinin bazı işlerini över ve onlarla övünürken, hemen arkasındaki bir görevlinin bilgi vermesi üzerine sözlerini keserek, Van’ın Bahçesaray ilçesinde çığ düşmesi sonucu 33 kişinin öldüğünü bildirip rahmet dileklerini ilettiğini ve o felaketle ilgisi olmayan çok çeşitli hizmetlerini anlatmaya devam ettiğini öğrenmiştik. Daha sonra, çığ altında kalanlardan hayatlarını kaybedenlerin sayısının 41’e çıktığı açıklandı. Böylece, daha bu yazı tamamlanmadan, hayatlarını kaybedenlerin sayısı Elazığ depreminde ölen yurttaşlarınkiyle eşitlenmiş oluyordu. İlk çığ düşmesinde çok daha az olan ölümlerin onları kurtarma çalışması yapanların ikinci bir çığ altında kalmaları üzerine bu kadar yükseldiği ise olayın belki de en şaşırtıcı görünen yanıydı. Ama ülkemiz yurttaşlarının hiç şaşırmadıklarını rahatça ileri sürebiliriz. 

Aynı gün akşamüzeri İzmir-İstanbul seferini yapan bir yolcu uçağının Sabiha Gökçen havaalanına inmeye çalışırken kaza yaptığı ve üçe bölünen uçakta üç yolcunun öldüğü ve birçoğunun da yaralandığı haberini aldık. Yine soL Haber Merkezi’nin aktardığı bir haberde ise ulaştırma bakanının bir gün önce gazetecilerle konuşurken “Buradaki pistimiz çok yoruldu. Uçakların olmadığı saatlerde hemen hemen her gece pistte bakım yapılıyor.” dediği aktarılıyor ve ekleniyordu: “Bakan Turhan’ın ‘yorgun’ dediği pistin, yaşanan bu son kazadaki pist olup olmadığıysa henüz netlik kazanmadı.”

Öte yandan, sosyal medyada yaralıların otobüslerle hastanelere taşındıklarına ilişkin görüntüler tepkilere yol açtı. O sırada boyunluk takılmış ve yüzü gözü kanlar içindeki bir yurttaşın “rezillik” diye homurdandığı anlaşılabiliyordu.

Eski pilotların ve bazı uzmanların “yine de çok ucuz atlatılmış” biçiminde yorumladıkları bu kaza ile dolaylı olarak ilgili, ama pek açıklayıcı iki habere daha yer vermekte yarar var.

Kazaya müdahale etmek üzere Sabiha Gökçen’e doğru yol alan polis memurlarını taşıyan araç yolun kenarındaki herhangi bir uyarı işareti bulunmayan çukura düşmüş ve yaralanan memurlar oradan güçlükle çıkarılabilmişler. Buna ilişkin görüntülerde dini bütün bir yurttaşın sık sık yüce yaradanın adını anarak çaresizlik içinde olayı izlediği işitilebiliyordu.

Bir de, Sabiha Gökçen-Pendik metro hattındaki tünel inşaatında çalışan işçilerin üzerine vinçle taşınan demirlerin düştüğünü ve 2’si ağır olmak üzere 4 işçinin yaralandığını aynı gün içinde öğrendik.

Son olarak Elazığ’daki “depremzede” yurttaşlarımızla ilgili bir haberden söz edeceğim; geçen hafta yazdıklarımın yeni bir doğrulamasıydı. Odatv’de dün rastladığım Anka ajansı kaynaklı bu haberde şöyle deniyordu: “Vatandaşlar ANKA Haber Ajansı’na yaşadıkları sıkıntıları anlatırken ‘Burada yeniden deprem olacak diye çok korkuyoruz hasarlı evlerde kalmıyoruz. Çadırlar var ama soğuktan kalamıyoruz. Bu gidişle deprem değil ama soğuklar yüzünden hastalıklar bizi öldürecek’ diyerek, yetkililerden barınma sorunlarına bir an önce kalıcı çözüm beklediklerini vurguluyorlar.”   

İnsanın “ne uğursuz günmüş” diyesi geliyor! Üstelik bunlar sadece bazı haber kaynaklarına düşenler ve bizim ulaşabildiklerimiz. Kim bilir daha ne uğursuzluklar olmuştur!

Şu son üç cümlede az çok laikleşmiş versiyonu ile biraz girmiş olduk ama, şimdi, bütün bu olup bitene, hiç bitmeyeceği az çok anlaşıldığına göre, olup biten yerine olup gidene demek daha uygun görünüyor, verilen ya da verilmiş olduğunu varsayabileceğimiz tepkilere değinebiliriz. Olası ve gerçekleşen tepkileri esas olarak üç kümede toplamak mümkün olur, sanıyorum. 

Birincisini, Erdoğan verdi zaten. Hep söyler, biliniyor: Gidenlere Allah’tan rahmet, kalanlara sabır ve başsağlığı. Yüce yaratıcıya sığınma tavsiyesi... Bazen de, kayıpların gerçekleştiği yerin ya da sektörün özelliklerine göre, fıtrat yorumları… Aslında, işin fıtratında var, biçimindeki özlü yorumun çok daha genel geçer bir nitelik taşıdığı da söylenebilir. Örnek olsun, son iki gündekiler için de neden geçerli sayılmasın! Bahçesaray’ın yılın yaklaşık altı ayında yolu geçit vermez bir yer olduğu bilinir. Kış, kıyamet bölgesi olduğu da öyle. Dolayısıyla, o mevsimde oralarda yolculuk yapmanın fıtratında çığ elbet vardır. Öte yandan, uçak yolculuğu da, hele böyle rüzgârlı, fırtınalı zamanlarda, çok risklidir. Mübarek, her şey bir yana, tonlarca çelik yığınının içinde koltuğuna kurulup göklerde uçuyorsun; işin ucunda düşmek de var, hakkın rahmetine kavuşmak da…

İkincisi, şu artık dillere destan edilmiş ve “tek adamdan şikâyet” tamlaması ile en kısa biçimde anlatılabilecek bıkkınlık, bezginlik, ezilmişlik tepkisi. Son zamanlarda, haksız sayılamayacak, ama doğru da kabul edilemeyecek bu tepkinin ürünü olan, güncel bir siyasal çözüm önerisi bile ortaya çıkmış durumda: Eksikleri giderilip güçlendirilmiş parlamenter sisteme dönüş. Hele bir dönülsün, bakın görün, ne çok musibetten kurtulmuş olacağız!   

Üçüncüsü, bizim cenahın tepkisi. Çığ olayı ile ilgili olarak Özkan (Öztaş) yazmıştı dün: “Giden gelen bilir. Memleketin en zor en çetin yoludur Van-/Bahçesaray yolu. Tarihten bugüne düşen çığ, yağan kar ve kapanan yollar ile bilinir. AKP ise ‘verin oyları size yeni yollar, kar tünelleri, çığ için yol sığınakları yapacağız’ dedi. Yaşanan son felâket başka bir şey söylüyor. Zaman içinde tamamlanması gereken kar tünelleri tamamlanmadı ve yollarda insanlar bin yıl öncesinde olduğu gibi doğanın insafına bırakıldı.”

Evet, hem de hangi doğanın insafına?

Otobüs koltuğunda hastaneye götürülen yüzü gözü kan içindeki yolcunun söylediği “rezilliğin” bin bir türlüsünün yardımıyla ömrünü uzattıkça uzatmış kapitalizmin gözü dönmüş saldırısına ve yıkımına uğramış doğanın…

Ancak, kimse vahşi kapitalizm demesin! Doğrusu, vahşi kapitalizmden değil, kapitalizmin vahşetinden söz etmektir. Eğer, Avustralya’daki de ABD’deki de başka coğrafyalardaki de “vahşi kapitalizm”dir denilecekse, tamam, bir yanlışlık, bir aymazlık yok, demektir. İsteyen istediği gibi konuşabilir; biz de katılırız, konuşur, yazarız.

Şunu öğrenmişizdir çünkü: Kapitalist vahşet ne renk ayrımı yapar, ne din, ne dil, ne toprak, ne su, ne de hava… 

Biz elimizi çabuk tutmadıkça, bildiğinden şaşmayacağı da besbellidir.