Bir aydan daha uzun bir süre geçmiş üzerinden. “Güncel” derken tırnak içine alma gereğini duyduğum, çünkü öyle olup olmadığı tartışmalı bu yazılara ara verdiğimi duyururken, nedenini belirtmemiştim. O neden ortadan kalkmış değil: Çok önemsediğim bir iki çalışmayı tamamlanabilir düzeye getirmek için zihnimi her günün hayhuyundan uzaklaştırma ihtiyacı idi söz konusu olan.
Emekçi halkın gündemi demek daha doğru; sözünü edeceğimiz o çünkü. Memlekette yaşayan halkın emekçi olmayan kesimlerinin de gündemi var elbet; ama onlar bizi ilgilendirmiyor. İlgilendirse de olup biteni anlamak bakımından konu edindiğimiz oluyor; sadece o kadar. Yoksa, hiçbir zaman aynı gemide değiliz.
Geçen haftanın sonuna doğruydu. Şubat ayının 10’u, günlerden Cuma. Ertesi günkü gazetelerde, başka yerlerde göze çarpan bir fotoğraf: Yan yana dizilip oturmuş, boyunlarında bir örnek atkılarıyla birtakım insanlar.
Doğanın tekzibi diyecektim önce, Van’daki çığ felaketinden söz etmek üzere. Aynı gün üç beş saat sonra İstanbul’daki uçak kazası haberleri gelince, bir de son depremlerle ilgili bazı yeni bilgiler eklenince, vazgeçtim. Bunların tümünde, az ya da çok, doğadan gelen mesajlar var. Ama hepsi ondan ibaret değil.
Üzerinden en az 50 yıl ve daha uzun bir süre geçmiştir. Demek, altmışlı yıllar oluyor. Kalkınmanın çok konuşulduğu, çok tartışıldığı, çok istendiği zamanlar…
Metal işçilerinin grevi için yasakçıların ne yapacakları bu yazı yazıldığı sırada kesinleşmiş görünmüyordu. Hep yaptıkları ise biliniyor: Grevleri erteliyorlar; gerçekte bu bir süre erteleme değil, düpedüz yasaklama anlamına geliyor.
İki gün önce burada okuduğum bir haberdi. Avustralya adındaki bir kıta cayır cayır yanıyor; çok gelişmiş dünyanın bu pek uygar köşesinde bir türlü önlenemediği ileri sürülen, aslında insan eli ürünü bu “doğal felaket”, milyonlarca canlının yok olmasına yol açıyordu; ama, şükürler olsun, sorumlu bulunmuş, çok su tüketen develerden 10 bini vurulmuştu bile.
Çevremizde kan gövdeyi götürür duruma gelmişken, füzeler atılıyor, sivillerin ve sıradan askerlerin dışında generallerin de gövdeleri havaya uçuruluyorken, diplomasi mi, uluslararası siyaset mi, ne denirse, orada “sembolizm” basbayağı bir üsluba, onun da ötesinde, en çok benimsenen iletişim aracına dönüşmüşken, slogan ya da slogan için öneri de nereden çıktı? Böyle denebilir belki.
Hayır, benim mesajım değil. Büyük bir nezaket göstererek beni arayanlar olursa, onların kutlamalarını, iyi dileklerini şükranlarımla kabul ediyorum kuşkusuz. Ama kendim arayıp kimsenin yeni yılını kutlamıyorum. Nedenini burada anlatmaya kalkmam bu yazının konusu değil. On yıl kadar önce yazmışım burada, hem de uzun uzun. Hatırlayan çıkar elbet.
Bu başlığı görünce, bizim dağcı çocuklar, herhalde işi gücü bırakıp bu yazıyı “tıklayacak”lardır. Ne tuhaf, okuyacaklardır yerine bu teknoloji hegemonyasının ürünü uyduruk sözcüğü kullanabiliyorum. Alıştık, diyelim. Daha nelere alışıyoruz. Çok da kötü bir alışkanlık sayılmaz. Ayrıca, uydurma olmadan dilin gelişemediğini de biliyoruz.
Birkaç gün önce, yaş ortalaması 60 dolayındaki bir grupta tartışırken, içimizden biri şöyle demişti; yaş ortalamasını vermemin nedeni herkesin konuşulan yılları yaşamış olduğunu anlatmak: 12 Eylül’e üç beş gün kala günlerimiz grev çadırlarında geçerdi. Hatta darbe ilan edildiğinde grev çadırları hâlâ yerinde duruyordu.
Zaman zaman yaptığım oluyor da bu kez daha başlıktan bir merak uyandırmak için başvurduğum bir ilginçlik değil bu. Gerçek hayatta bir karşılığı vardı; üç beş gün önce de, bir çağrışım, bir karşı konulmaz bellek müdahalesi oldu. Biraz sonra anlatacağım.
Belki de Boyun Eğme’nin geçen haftaki manşetinden esinlenerek “Sefil basının özgürlüğü” ya da “Basının sefil özgürlüğü” deseydim daha iyi olurdu. Yansız görünen bir başlık olsun diye mi düşündüm, nedir…
İki habere değinerek başlayabiliriz. İkisi de hemen hemen eşzamanlı olarak ortaya çıktı. Son birkaç gün içinde. Benzer durumlara bazen uzunca aralıklarla, bazen böyle üst üste çakışma denebilecek kadar kısa bir süre içinde rastlanıyor.
Geçen haftaki Bolivya ve Morales dokundurmasından sonra aklıma takılmış olabilir. Hatırlanacaktır: Hiçbir devrimci iktidarın eline geçirdiği devlet mekanizmasını, özellikle onun sert çekirdeğini oluşturan silahlı ve silahsız bürokrasiyi, öylece, hazır bulduğu gibi kullanamayacağına ve bunun toplumsal mücadelenin şaşmaz yasaları arasında çoktandır yerini aldığına değinmiştim.
Ezbere konuşup yazmak da denebilirdi. İki anlamda kullanmak mümkün bunu.
Biri, biraz eleştirel, kimi durumlarda ise epeyce ağırlaşan bir eleştirel yaklaşımı gösteriyor. Şöyle: Bir kimsenin ezbere konuşup yazdığını ileri sürdüğünüzde, onun, gündemdeki konuyu doğru dürüst incelemeden, hatta işin aslını esasını hiç düşünüp anlamaya çalışmadan ahkâm kestiğini söylemiş oluyorsunuz.
Olur mu? Olur.
Karanlığın daha ne kadar süreceği bilinemiyorsa, olur. Karanlık hiçbir ağarma belirtisi göstermeden sürüp gidiyor, hatta koyulaşıyorsa, olur.
Bu girişten anlaşılmıştır; kötümser, kötümserin de ötesi belki, karamsar bir yazıya başlamış bulunuyoruz.
Tamam, karamsarlığın âlemi yok, denebilir. Geriletilmeye, yozlaştırılmaya, hatta yıkılmaya çalışıldığı ileri sürülen cumhuriyet, aynı zamanda, yıldan yıla gittikçe çoğalıp coşkunlaşan halk yığınları tarafından kutlanıyor.
Çok büyük bir silah sanayii yarattık. Ek olarak, savunma kuruluşlarıyla doğrudan bağlantılı işlerde istihdam edilenlerin sayısı 3.5 milyonu buluyor. Her yıl sadece askeri amaçlarla yaptığımız harcamalar, ülkemizdeki bütün şirketlerin net gelirlerinin toplamını aşıyor.
Öylesine büyük bir kötülük ki, adının ağızdan kaçırılması bile, bu yanılgıya düşenin başına iş açıyor. Savaş, demek istiyorum.
Anadolu’nun değişik yörelerinde dilden dile dolaşan yalancı öyküleri vardır; daha doğrusu, palavracılar ve onlara ilişkin atıcılık öyküleri. “Kırkyalan” da onlardan biri; yıllar boyunca söylene söylene gerçek bir kişinin adına ve bileşik sözcüğe dönüşmüş sayılabilir. Dolayısıyla, bu iki sözcüğün bitişik yazılması bana daha doğru görünüyor.
Dünya buysa, başka bir dünya yoksa, olmayacaksa, adaleti de budur işte. “Adaletin bu mu?” diye sormak anlamsız, ister şiirli türkülü ister dümdüz. Boşunadır sormak, nefes tüketmeye değmez. Dünya böyleyse, adaleti de başka türlü olmaz, yoktur. Kimisi herkesin ya da her dünyanın adaleti kendinedir der, kendine göredir.
Siyasal-tarihsel mi demeliydim acaba? Belki biraz daha açık anlaşılırdı, ama çok da önemli bir fark yaratmazdı; çünkü, tanımlanmış, yaygın olarak kullanılan bir terim sayılmaz bu. Okurken edindiğim ilk izlenimlerden birini yansıtmaya uygun düştüğünü sandığım için yakıştırdım.
Dünyada kapitalizmin, belki de gereksiz bir titizlikle sıkça eklediğimiz sıfatla kapitalist emperyalizmin yahut emperyalist kapitalizmin, esaslı bir sıkıntı içine girdiğini sadece biz söylemiyoruz; kendileri de kabul ediyorlar. Yazar çizer takımının, eleştirel bakmaya, muhalif davranmaya yatkın ve alışkın olanların dışında, kurulu düzeni açıkça sahiplenenler de kabul ediyorlar.
Marx’ın bir cümlesini yazarak başlayalım. Bu cümlede anlatılan, özellikle bilimle uğraşanlar açısından, dilimizdeki sözcükle bir “belit”, yabancı dillerdeki karşılığıyla “aksiyom” olarak ele alınmalıdır. Apaçık olan ve doğruluğu herhangi bir göstermeyi gerektirmeyen önerme, anlamındadır bu.
O sınır, sahip olunan ya da savunulan ideolojinin temellerinin izin verdiği, hoşgördüğü yere kadardır. Sınırın aşıldığı, daha doğrusu, tümüyle kaldırılmadan belli ölçülerde genişletildiği de olur.
Ne yazık, milyonlarca insanın ilgilendiği, onların da çoğunun sıradan bir ilginin çok ötesinde düpedüz kapılıp gittiği bir toplumsal olay başlıyor bugün. O çevrelerde üretilen çirkin Türkçede yerleşmiş deyişle, “start alıyor”.
“Bir” sözcüğünün belirsizliğini gidermek için, onun yerine, anlatmak istediğimiz dünyanın sıfatı olan “kapitalist” sözcüğünü yazmak gerekiyor.
Geçenlerde Ankara’nın Eryaman semtindeydim. TKP’nin git gide yaygınlaştırdığı semt evlerinden birinde. Daha üç beş ay olmuş açılalı, 31 Mart seçimlerinden biraz önce. Sevimli bir mekân, hem de oldukça işlevsel görünüyor. Bu izlenimimi söylüyorum beni çağıran arkadaşlara. Sözlerimden hoşnut olmakla birlikte, “Sen bir de İlker’dekini görsen…” diyorlar.
“Eğer hayatta her şeyden daha çok insanlık için çalışabileceğimiz bir tutumu benimsemişsek, belimizi bükebilecek hiçbir yük olamaz.”
Ziya Paşa’nın ünlü gazelinin ilk beytindeki anlamıyla küfür değil burada söz edeceğimiz. Ama önce o beyit:
Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşâneler gördüm
Dolaştım mülk-i İslamı bütün viraneler gördüm
Cumhuriyet Devriminin izinden gittiklerini, bu kadar olmasa bile, çünkü burada devrim mevrim gibi ürkütücü laflar var, cumhuriyetçi, cumhuriyetin bekçisi neyim olduklarını ileri sürenlerin sayısı hiç de az değil. Bir yandan böyle iddialarda bulunup bir yandan da düpedüz gerici söylem ve eylemleri yineleyip duranlar için iki küçük hatırlatma yapılacak bu yazıda.
Aşağıda değinilecekler ayrıntı sayılır mı, bir; küçük sayılır mı, iki. Bunlara ilişkin üç beş laf etmeden sadede gelmek mümkün görünmüyor. Öyleyse bu iki soruyla başlayalım.
Şöyle: Ayrıntı olmak, önemsiz olmak anlamına gelmez. Bir yığın kanıt ve kanıtların çoğunu içine alıp özetleyen özlü söz bulmak mümkün. İlk akla gelenlerden birini yazıp geçelim: Şeytan ayrıntılarda gizlidir.
Bu yazıyı kimilerince bir futbol maçı, hem de bir “derbi” olarak lanse edilip tantanası yapılan iki belediye başkan adayı arasındaki televizyon oturumundan sonraki gün oturup yazdım. Burada takıldığım konuya değinen başkaları olursa, daha doğrusu benim görebildiğim başkaları çıkarsa ve burada yazdığım gözle bakmış olurlarsa, yazıyı değiştireceğim. Yoksa, yayımlanmak üzere göndereceğim.
İlk gördüğümde yayımlanması zorunlu tutulan bir “kamu spotu” sandım; değilmiş. Büyük devlet bankalarından birinin reklamı. Aziz mübarek ramazan bayramının epey öncesinden başlayıp bayram boyunca ve ondan sonra da günlerce yayımlandı.
Kim olursa olsun, ister bir ister birçok kişi, ister karmakarışık bir kalabalık ister az çok türdeş bir kitle için, kabul edilmez, uzak kalınması gereken, sözü edildiğinde “evlerden ırak” korkulu dileğiyle karşılanan iki durumun anlatımı bunlar.
Tam kırk sekiz yıl olmuş. Dile de kolay değil. Olağandışı eza cefa çekmiş olanlar bir yana sıradan bir emekçi için, ortalama diyemesek bile, mümkün ve muhtemel bir yaşam süresi.
Şu günlerde usanç veren ne olabilir? Herhalde artık “dünyaca ünlü” diyebileceğimiz bir YSK, onun verdiği, vermediği kararlar, yazmadığı ve yazamadığı, yazıp da gün yüzüne çıkaramadığı gerekçeler…
Biri bu; öbürü, seçenlerin seçtiklerini günü gelmeden görevden almaları. İki durum arasında fark yok mudur ya da küçük, önemsiz bir fark mı vardır?
Bu kadarı çok açık görünmüyor. Biraz daha açık yazmak gerekir.
“Yönetememe krizi” olarak bilinen durum, esas olarak burjuvazinin iktidar olduğu çağ için kullanıldığı klasik anlamıyla, iktidardaki sınıf ya da sınıflar ittifakı ile onun görevde bulunan yahut olası siyasal kadrolarının alışılmış, bilinen, mümkün olan usullerle toplumu yönetemez oluşlarıdır. Tarihte ve farklı coğrafyalarda birçok örneği vardır.
Bir zamanlar emekçiden yana, popüler bir gazeteci vardı. Cumhuriyet’te yazardı. Adı Mustafa Ekmekçi idi. Kendine özgü biçemiyle, yazıları imzası kapatılarak okunsa bile onun yazdığı anlaşılabilirdi.
Yıllar yılı serbest olduğu söylenen iki “şey”den, her ikisi de gerçeklerle uyuşmadığına göre, yinelenmekten hiç bıkılmayan iki yalandan söz edeceğim.
Seçim sonrasında ülkede muhalefetin büyük bölümünün söylemlerine iç içe geçmiş ikili bir klişe yerleşmiş durumda. Muhalefet derken, elbette, düzen içi muhalefeti anlatmak istiyoruz; hatta, açık açık muhalefette görünmeyen bazı kesimler de bu söylemi paylaşıyor.
İnsanlara, özellikle de emekçilere demokrasi adı altında bir kurtuluş, hatta tek kurtuluş yolu sunulmasına, bu yönde sonu gelmeyen, utanmazca vaazlar verilmesine karşı yıllardır yazdım, konuştum. Bunu o kadar çok yaptım ki, adım “demokrasi düşmanı”na çıkmış olabilir.
Geçen hafta, en azından görünüşte hiç gereği yokken, neden bu kadar risk alıp tek başına ortaya atıldığına ilişkin bazı olasılıklardan söz etmiştim. Epeydir Türkiye siyaset sahnesinin bir numaralı aktörüydü kast ettiğim, malum. Seçimi izleyen günlerde Batı basınının birçok organında da böyle bir soruya yanıt bulunamadığına ilişkin yazılar okuduk.
Aslında önemsiz bir seçime iki gün kaldı. Üçüncü günde oylar verilecek, aynı günün gecesi bitmeden de sonuçlar büyük ölçüde belli olacak.
Bana sorulursa, halkımızın bilgeliğini yansıtan deyimlerden biridir. Uzatılarak ve zaman zaman karşılaşılan biraz daha farklı bir durumu anlatmak üzere “yalnız tellaklar değişti” ekiyle birlikte söylendiği de olur. Uzatılmış biçimiyle gerçek hayata daha yakın, dolayısıyla daha gerçekçi anlamlara ulaşıldığını söyleyebiliriz.
Dilimize Yunancadan girmiş sözcüklerden biri bu. Aynı kökenden gelen pek çok başka sözcük de var. Elbette tersi de doğru. Bizim dilimizden yakın komşularımızın diline geçmiş birçok sözcük bulunuyor. Aynı coğrafyada ve bu kadar uzun süre iç içe yaşamış kavimler, halklar, uluslar söz konusu olduğunda, doğal bir durum.
Gösterdikleri ve gösterecekleri de denebilirdi. Burada sözünü edeceklerimizin bazıları, şimdiden ortaya çıkmış durumda; bazıları ise seçim sonuçları alındıktan sonra ve onu izleyen günlerle haftalar içinde olup biteceklerle birlikte daha açıkça anlaşılır olacak.
Yaşadıklarımıza, onları yaşarken katlandıklarımıza değdi mi, sorusundan söz ediyorum. Genellikle, belli ölçüde birikmiş yaşantıların ardından gündeme getirilir. Ayrıca, böyle çoğul özne kullanılarak sorulabileceği gibi tekil özne kullanılarak da sorulduğu olur.
En başta söylemeli: Biraz gırgır bir yazı olacak bu. Anlatacaklarımda yetmişlerin tiraj rekortmeni mizah dergisinin adı oluşundan sonra dilimizde yaygınlaştığını sandığım sözcüğün anlamına uygun öğeler bulunuyor. Oysa, konu edeceğimiz uygulama, bu düzenin yüz karası. Ne fark eder, yüz karası bir tane değil ki, denilecek olursa, çok doğrudur; tepeden tırnağa kapkara bir düzende yaşamaktayız.
Bitişi yaklaşırken neredeyse çılgınlık düzeyine ulaşıp zavallı durumdaki, müflis futbol kulüplerinin beklenen sonuna doğru belki de yeni bir adım olacak ara transfer döneminde, Beşiktaş kulübümüzden Fenerbahçe kulübümüze geçen bir futbolcudan söz ediliyor. Galatasaray kulübümüz de katılırsa, bu üçünün arasındaki oyuncu transferleri hep şaşırtıcı sayılmış ve pek onay görmemiştir.
Aslında güncelliği azalmış sayılabilir biraz. Bu yazıya yol açan televizyon programının demek istiyorum, programın kendisinin ve orada konuşulanların çoğunun güncelliği, evet, azalmıştır, nereden baksanız on günü geçmiş durumda yayımlanalı.
Kapitalizmi adlı adınca en çok ananlar arasında onu savunanlar, yere göğe koyamayanlar, ondan çıkarı olanlar, onun sahibi konumundakiler ön aldılar sanki, herkesin önüne geçtiler. Epeydir böyle. Rahatlıkla bu adlandırmayı dile getiriyor, yazıyor konuşuyor, hatta bu terim olmadan da kolayca anlatılabilecek durumlardan söz ederken bile ille de kapitalizm sözcüğünü geçiriyorlar.
Onun çok bilinen bu dizesiyle başlamış, bizim eklediğimiz sözlerle devam etmiştik: “Nazım bu memleketin.” Onun dizesiyle sahip çıktığımız ülkemizin büyük değerlerinden birini de öne çıkarmış ve sahiplenmiş oluyorduk.
Böylece bir tür slogan, bir tür falan değil, örgütlenmeye girişilen kampanya için düpedüz bir slogan ortaya çıkmıştı: “Bu memleket bizim, Nazım bu memleketin.”
Öyle görünse bile, başlığın bir yeniliği ya da özgünlüğü yok. Bundan aşağı yukarı otuz yıl kadar önce, perestroykanın bir soyka olduğunun tescillenişinin hemen ardından yazdığım kısacık bir şiirin adıdır. Şiirin başlığı mı olur adı mı, o da ayrı, ama söze girerken öyle deyip geçmiş olalım.
Şu sıralar Ankara kar altında. Ankara dediğimiz de bir ülke kadar oldu nerdeyse, nüfusça ve kapladığı alan olarak. Dolayısıyla, bizim yaşadığımız yöresinde kar kalkmamışken, başka yörelerde beyazlık bile kalmamış olabilir. Bu ayrıntının önemi yok. Başlarken, bugün ile 50 yıl öncesinin karşılaştırmalı bir hatırlanışına giriş yapmak istiyorum sadece.
Gerçekleşmiş olabilecek tek tük iyilikler bir yana, emekçi insanlık için olduğu kadar, onun bir parçası olan bizim ülkemizin emekçileri için de kötü bir yıldı. Böyle bir yılın son yazısının da kötümser denemese bile, pek de iyimser yahut iç açıcı olmaması doğaldır.
Her boydan ve her soydan demokrasi sevdalıları, özellikle de bizdekiler için vazgeçilmezdir: Hem kendilerindekinin kimselerdekine benzemez, kendine özgü, nevi şahsına münhasır olduğunu hem de bunun yanlış anlaşılmaması gerektiğini, çünkü öyle olmakla birlikte, aynı zamanda, ya hiçbir yerdekinden aşağı kalmaz ya da öyle olsa bile uğruna mücadele edildikçe tam ve gerçek bir demokrasiye evrimleşt
Herhangi bir “şey”i, diyelim bir düşünceyi, bir eylemi, bir örgütü, bir kişiyi, öyle savunursunuz ki, sadece savunduklarınız değil, dışarıdan bakanlar da “hay savunmaz olaydı” diyebilirler. Savunulan “şey”in özü savunanın tutumu, yaklaşımı, söylemi ile son derecede tanınmaz duruma gelebilir; savunma en şiddetli saldırının yapabileceği kadar ya da ona yakın bir tahribata yol açabilir.
Olağanüstü yerine olağandışı demek daha mı doğru, emin olamadım. Gerçekten de, sıradan, ortalama insanların işi değil devrim. Ama olağanüstü daha farklı bir anlam taşıyor. Bir bakıma, olağanın, başka deyişle, sıradanın dışında olacak elbet devrim yapacak insan. Bu olağanın üstünde, ondan daha ileri, daha gelişkin olanı akla getiriyor.
Uzun bir süre küçümsendi. Cumhuriyet tarihinin en uzun sürmüş iktidarı için böyle bir yargı ileri sürülebilir. Kendimi de içine kattığım birçok solcu yazar, bir yandan iktidar süresindeki rekorun yakın olduğunu gündeme getirdi, bir yandan bu muhtemel rekorun sahiplerinin performansı ile pek de açıklanabilir görünmediğini tartıştı.
Cumhuriyetin 95’inci yılına gelmişiz, malum 95 önemli bir yıl, bir kez sayı olarak, beşer beşer ya da onar onar sayılırsa dönüm noktalarına ulaşıldığı kabul edilir. Örnek olsun, 94’üncü ya da 96’ıncı yıl sıradandır da 95’inci önemlidir; 89 ya da 91 herhangi bir yıldönümü sayılırken 90’ıncı yıl öyle kabul edilmez.
Yenisi, malum, 15 yıllarını da çoktan geride bırakmış bugünkü iktidar sahiplerinin dönemi. Eskisi ise, onlara göre, daha geride kalmış bütün dönemleri kapsıyor. Kimileyin onlardan bazılarını, hiç değilse o zamanların simgeleşmiş politikacılarını da sahiplendikleri oluyor; buna karşılık, “yeni Türkiye” derken, esas olarak, şimdikini anlatıyorlar.
Birkaç hurafe demek daha iyi olurdu belki, ya da bazı hurafeler; çünkü böyle çoğul olarak ve herhangi bir sınır koymadan yazınca, yazanın da okuyanın da sabredemeyeceği bir çokluk nasıl yazılır, nasıl okunur, sorusu ortaya çıkıyor ki, yerinde bir sorudur. Doğal olarak, o çokluğun sadece küçük bir bölümünden söz edeceğimizi en başta belirtmiş olalım.
Olabilir. Olması için koşullar olgunlaşmış ya da o sürece girmiş görünüyor.
Biraz gecikmeli olmakla birlikte, konu edinebiliriz.
On binlerce mi demeli, yüz binlerce mi, genç çocuk üniversite “tercihlerini” belirttiler ve yerlerine yerleştirildiler. Bu cümlede epeyce hata var; hata dediğim, yanlışlık, yalan, hatta sahtekârlık. Sırayla, ama önem ya da önceliğine göre değil, aklımıza geliş sırasıyla nedenleri üzerinde duralım.
Bundan bir buçuk yıl önceki bir yazımın başlığı “Gecikmenin bedeli” imiş. Şimdiki başlıksa söz konusu bedelin daha da ağırlaştığını, en azından, benim öyle düşünmeye başladığımı gösteriyor.
Altı yıl önceydi. Kendisini konu alan bir belgesel film hazırlığı için Eylül ayında Ankara’ya geleceğini duymuştum. Ne iyi, demiştim; oturur, biraz eski günleri, biraz yeni günleri konuşur, ikisinin ne kadar farklı olacağı besbelliydi, yarenlik ederiz.
Doğrudur, Mussorgskiy’den biraz esinlenme izi bulunabilir başlıkta. Sakınca yok. Hatta, isteyen ve elbet imkânı olan, okurken ya da okuduktan sonra “Bir Sergiden Tablolar”ı da dinleyebilir.
Hâlâ seçim olarak anılan en son “şey”in üzerinden dört gün geçtiği sırada yazmıştım.
Geçen haftaki yazının sonunda ertelediğim konu solun sağcılaşması idi.
Bu konuyu bir köşe yazısının sınırlarını fazla zorlamadan ele almaya çalışacağım. Bunu kolaylaştıracağını sandığım, ayrıca devrimcilikte ısrar eden her solcunun okumasında yarar gördüğüm bir yazının, daha doğrusu iki bölüme ayrılarak sunulmuş bir yazının da yardımına başvuracağım.
Bu kez iki ayrı konu üzerinde duracağım. İlki, güncel mi güncel; hem de güncelin tam göbeğinde. Böyle deyince hemen anlaşılmıştır. Belki bir süre daha devam edecek seçim ve sonuçları ile ilgili tartışmaların, değinmelerin, kibarlık etmeden söylenirse, ıvır zıvırın bir parçası.
Nereden duyduğumun önemi yok. Bu tür konuşmalar birçok yerde yapılıp duruyor. Özellikle, olayın öncesindeki temelsiz ve aşırı iyimserlik dönemlerini izleyen, şimdikine benzer bozgun ya da yıkım günlerinde...
“Beyaz Kelebekler” altmışlı yılların ilk yarısında Kabataş Lisesi öğrencisi bir grup tarafından kurulmuş bir pop müzik topluluğunun adıydı. O on yılın bitiminde, Ocak 1970’de İstanbul’dan Adapazarı’na bir konser için giderlerken geçirdikleri trafik kazasında, topluluk üyesi üç genç yanarak can vermişlerdi.
Bunun totosu mu kaldı, sonuçlar ortada işte, denebilir. Totoyu şu anda oynamaktan söz etmiyorum. Seçim gününden önce birçok yerde yapılmıştı; her seçimde yapılır. Zaten insanlara gerekliliğini ne kadar anlatsalar bitiremeyecekleri demokrasinin çoğu kez ihmal edilen yararlarından biri de budur; kumar oynama ihtiyacının da giderilmesine yardımcı olmasıdır.
Yaratan demiyorum, bakın. Yaratanın kim olduğu belli. Neredeyse en başından ya da ilk bakışta belli. İçinde yaşamakta olduğumuz toplumsal-iktisadi düzen yaratıyor bütün güçlükleri. Yaşamak için gerekli en basit ihtiyaçları karşılamaktan en karmaşık ilişkileri kurup yürütmeye kadar her alandaki güçlüklerin yaratıcısı, bugünlerde değişmesini çok daha sık dile getirdiğimiz düzenin kendisi.
Türkü müydü şarkı mıydı, orada acı acı haykırıldığı gibi “ Bozuk, bu dünyanın düzeni bozuk”. Tamam, bozuk da, ne kahpe feleğin eseri bu durum, ne hem işi bilmez hem çalıp çırpıcı kimselerin suyun başında olmalarından ne de aslında pek iyi ve pek akılcı olan kurallarının çarpıklaştırılmasından ileri geliyor.
“Kim kazanır, kim kaybeder?” biçiminde sorulsa, gündemin başına yerleştirilmiş konuya daha uygun olurdu. Biraz güncelin dışında sözler edebilmek için başlığa bunu çıkardım.
Geçen gün bir arkadaşımla sohbet ediyorduk. Benim yaşlarımda, demek yetmişine geliyor. “Hocam,” diyordu, “bunca yaş yaşadım, ‘sosyalizm iyidir hoştur da, şimdilik bir kenarda dursun, zamanı değil, hele bir şunu geçelim, bunu atlatalım, berikini başaralım, sonra bakarız…’ sözlerinden başkasını duymadım hiç.”
Bugünlerde ve daha uzun bir süre boyunca ne kadar çok sayıda emekçi üç konudaki temel gerçeği anlarsa o kadar iyidir. Burada nicel ölçüte verilmiş görünen aşırı ağırlığı azaltmak için “anlama”nın daha gelişkini, daha derinlikli olanı anlamında “kavrama” sözcüğünü kullanmak yerinde olabilir.
Peki, nedir bu konu başlıkları?
***
Böyle insanları olmadık yerlerde görünce hüzün duyuyorum.
Önce nasıl insanlardan olduğunu anlatmalıyım; sonra da nerede gördüğümü.
“Her an patlamaya hazır bir çöp dağında (…) topluma bu kirli düzenin tamamen dışında bir çarenin var olduğunu gösterme çabası steril ortam arayışı anlamına gelmiyor. Devrimciler her yerde, her zaman, (…) ısrarla halkın karşısına çıkmalı ve sosyalizm dışında bir çarenin bulunmadığını anlatmalıdır.”
Türkiye’nin hem demokratik hem siyasi olduğu hep övünülerek gündeme getirilen hayatında, hani “demokratik ve siyasi hayatımızın en…” günlerini, sorunlarını, nimetlerini ve benzerlerini yaşadığımız haykırılan hayatımızda ve onunla ilgili yazılıp çizilenlerdeki en bol “şey”lerden biri söylentidir; dedikodu da diyebiliriz.
İki sözcükten oluşan bu tamlama, ülkemizin sosyalist/komünist hareketini değerlendirme bakımından önem taşımakla, bana göre en büyük önemi taşımakla birlikte, oraya gelmeden önce, şu sosyalist ile komünist sıfatlarını bir arada ve kimileyin birbirinin yerine kullanma alışkanlığımla ilgili bir iki söz etmekte yarar var.
Günlük tutuyor olsaydım son sayfalarında bunlara benzer satırlar bulunurdu herhalde. Ama çocuklukta kalan bir alışkanlık bu; keşke kalmasaymış.
***
26 Mart Pazartesi
Sökülür geliverir işte.
Bir sokağı dönünce, bir meydana çıkınca, bir tepeyi aşınca…
Kimileyin de, geçen akşam benim için olduğu gibi, bir mekâna oturunca. Sanki ne varsa, bir telaş, bir acele, iki çift söze katık edilecek birkaç lokma ile bir iki yudumu tamamlayıp çarçabuk kalkmak üzere oturulduğunda bile sökün ettiği oluyor çağrışımların.
Ali Rıza Aydın “Bugün 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü hakkında yazacaktım.” diye başlamış dünkü yazısına. Ama ülkemizin emekçi kadınlarının söylediklerine göndermede bulunmakla yetinerek bundan vazgeçmiş ve, onun yerine, ülkemiz hukuk düzeninin emekçi düşmanı niteliğine ilişkin yeni bir belgeden haberdar etmiş bizi.
Söz etmek istediğimiz, bu adla bilinen ve pek çok türü bulunan kuşun kendisi değil elbet. Ama önce, bu konuda en kısa ansiklopedik bilgi:
Çok eskiden böyle denirdi. Şimdi de söyleniyordur herhalde. Biraz sokak ağzı, biraz argo sayılır. Memurlar için, ama özellikle devlet memurları için söylenirdi. Cümlenin kuruluşu bir öğüt havasındaysa da, daha çok, kaba ve incitici bir yergi olarak dillendirilirdi.
Bu düzende ne kadar olunabilirse o kadar mutluyken, küçük bir çocuk olarak beni her sabah evden okula yolcu eden genciyle yaşlısıyla sevgi dolu kadınları arkamda bırakırken demek istiyorum, kapıdan dışarıya adımımı attığımda “Allah zihin açıklığı versin oğlum” diye uğurlanırdım.
“‘Komünizmin bu ülkeye gelmesini engellediğini’ giderayak marifetmiş gibi ifade eden Bülent Ecevit’in Türkiye’ye çok pahalıya mal olmuş çocukça hesaplarından, bir başka ifadeyle, cumhuriyetin katlini kolaylaştıran antikomünizm histerisinden 40 yıl sonra, aynı yolun yolcularından ve ‘liderlerinden’ kurtuluş ummak, daha doğrusu böyle figürlerle iyi niyet zemininde cephe gibi şeyler oluşturmaya ka
Oluyordur herhalde. Neden olmasın?
Ama böyle diyebilmek için birkaç durumun ya da onlardan hiç değilse birinin varlığı gerekir.
Aslında bambaşka bir yazı tasarlamıştım. Gelenek dergisinin son sayısında yayımlanan Barış Zeren imzalı yazıyı okurken, orada sözü edilen Çarlık burjuvazisine ilişkin bazı özelliklerin bana hatırlattığı benzerliklere değinen, belki de onlardan yola çıkarak değişik uzantılara yönelen birtakım notlarım olabileceğini düşünmüştüm.
Romanı* okuyup bitirdiğimde, belki de daha bitirmeden, aklıma takıldı. “Sıradan kahraman” tamlaması bir oksimoron olarak görünse de buradaki kişiler için uygun düşüyor.
İstemek zorundayım; çünkü, önceki gece bazı yoldaşlarımın tasarlayıp gerçekleştirdikleri çok hoş, bir o kadar da mahcup edici sürprizin etkisinden kurtulabilmiş değilim.
Yarın iktidarı alsak, diyorum, işimiz çok zor olacak, besbelli.
Çok zor derken, iktidarı almak kadar elde tutmanın, öyle uzun süreler boyunca da değil, alıp bırakmak türünden anlık bir zaferin ötesine geçmek kadar “mütevazı” bir başarının da kolay olmadığını anlatmak istiyorum.
Hemen iki itiraz gelebileceğinin farkındayım.